İstiklal Marşı’nın yazarı Milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un hayatı son dönemlerde en çok merak edilen ve en çok aratılanlar arasında yerini alıyor. Türk Milletini sayısız güzel ve anlamlı eserlerle buluşturan Mehmet Akif Ersoy, nasıl bir hayat yaşamış, nerede doğmuş, hangi eserleri yazmış gelin hep birlikte öğrenelim…
Mehmet Akif Ersoy Kimdir?
1873 yılında İstanbul’da dünyaya gelen Mehmet Akif Ersoy, şairliğinin yanı sıra veteriner hekim, öğretmen ve aynı zamanda siyasetçiydi. İstanbul’un Fatih ilçesinde hayata gözlerini açan Mehmet Akif Ersoy’un asıl ismi esasında Mehmet Ragif Ersoy’dur. Babası Mehmet Tahir Efendi, doğum tarihini belirten Ragif adını koymuş ama bu isim yaygın olmadığı için annesi ve yakın çevresi ona ‘Akif’ olarak seslenmeyi seçti. Babası Fatih Medresesi’nin en eski ders veren eğitimcilerinden, annesi Emine Cemile ise Samsun’da doğmuştur. 1978 yılında 4 yaşındayken eğitim hayatına başlayan Mehmet Akif Ersoy, ilk öğrenimine Fatih’te bulunan Emir Buhari Mahalle Mektebi’nde başlamıştır. Emir Buhari Mahalle Mektebi’nde yıl eğitim gördükten sonra Fatih İbtidaisi’ne geçerek, aynı yıl Arapça eğitimi almaya başlamış.
Orta okul eğitimini tamamladıktan sonra, dönemin en ünlü okullarından olan Mekteb-i Mülkiye (Siyasal Bilgiler Fakültesi)’ ye gitti fakat aynı yıl babasını kaybettiği için okuldan ayrılarak Halkalı’daki Baytar Mekteb-i Âli (Veterinerlik Fakültesi)’ne giderek parasız yatılı olarak okudu. Bu öğreniminde okulu birincilikle bitirerek veteriner hekim oldu. 25 yaşındayken 1898 yılında Tophane-i Amire veznedarı Mehmet Emin Bey’in kızı İsmet Hanım’la dünya evine girdi. Aynı yıl içerisinde, Maarif Dergisi’nde ve Resimli Gazete’sinde şiirleri, Arapça, Farsça, Fransızca dan çevriler yayınladı. Veterinere başladığı ilk yıllarda, şiirleriyle ön planda olan Mehmet Akif Ersoy 1906’da Halkalı Baytar Mektebi’ne “kitâbet-i resmîye” (resmî yazışma usulü) dalında öğretmenlik hayatına başladı. 1908’den sonra da Edebiyat Fakültesi ile Dârülhilâfe Medresesi’nde “Osmanlı Edebiyatı” öğretmeni olarak, öğrencilerine dersler vermeye başladı. 1920 yılında siyasete atılarak, Burdur milletvekili seçildi. 1921 yılında düzenlenen Milli Marş yarışmasına, para ödülü almamak koşuluyla yarışmaya katıldı. Yarışma için yazdığı şiir, 12 Mart 1921 günü Milli Marş olarak kabul edildi. Yarışma sonucunda verilen, 500 lirayı Hilal-i Ahmer (Kızılay) bünyesinde olan; kadın ve çocuklara iş öğreten aynı zamanda cepheye elbise dikiminde bulunan Darü’l-Mesâi Vakfına (İş Evi) bağışladı. 1923 yılında, yol haritasını değiştirerek Mısır’a gitti. 1929 – 1936 yılları arasında, Kahire’deki “Câmiü’l-Mısriyye” Üniversitesi’nde Türkçe öğretmenliği yapmasının ardından, 17 Haziran 1936’da vatanı İstanbul’a dönmeye karar verdi. 27 Aralık 1936 tarihinde hayata gözlerini yumdu.
Mehmet Akif Ersoy’un Şiirleri
İstiklâl Marşı
-Kahraman Ordumuza-
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır parlayacak!
O benimdir, o benim milletimindir ancak!
Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal!
Kahraman ırkıma bir gül… ne bu şiddet, bu celâl?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal.
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklal.
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım;
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.
Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar.
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imânı boğar,
‘Medeniyet! ‘ dediğin tek dişi kalmış canavar?
Arkadaş, yurduma alçakları uğratma sakın;
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın,
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.
Bastığın yerleri ‘toprak’ diyerek geçme, tanı!
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehid oğlusun, incitme, yazıktır, atanı.
Verme, dünyâları alsan da bu cennet vatanı.
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ!
Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ.
Rûhumun senden İlahî, şudur ancak emeli:
Değmesin ma’ bedimin göğsüne nâ-mahrem eli!
Bu ezanlar-ki şehâdetleri dinin temeli-
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli.
O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım.
Her cerîhamdan, İlâhî, boşanıp kanlı yaşım;
Fışkırır rûh-ı mücerred gibi yerden na’şım;
O zaman yükselerek arşa değer belki başım!
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.
Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl;
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet,
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl!
Zulmü Alkışlayamam
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.
Biri ecdadıma saldırdımı, hatta boğarım! …
-Boğamazsın ki!
-Hiç olmazsa yanımdan kovarım.
Üçbuçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam;
Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam.
Doğduğumdan beridir, aşığım istiklale;
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale!
Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum?
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum!
Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim!
Adam aldırmada geç git! , diyemem aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım!
Zalimin hasmıyım amma severim mazlumu…
İrticâın şu sizin lehçede ma’nâsı bu mu?
Çanakkale Şehitlerine
Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?
En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi,
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde -gösterdiği vahşetle- “bu: bir Avrupalı! ”
Dedirir -yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!
Eski Dünyâ, Yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, tûfan gibi, mahşer mahşer. (1)
Yedi iklîmi cihânın duruyor karşına da, (2)
Ostralya’yla berâber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ…
Hani, tâ’ûna da züldür bu rezîl istîlâ!
Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asîl,
Ne kadar gözdesi mevcûd ise, hakkıyle sefîl,
Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz…
Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz.
Sonra mel’undaki tahrîbe müvekkel esbâb,
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.
Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam,
Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer…
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara, vâdîlere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.
Veriyor yangını, durmuş da açık sînelere,
Sürü hâlinde gezerken sayısız tayyâre.
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermîler…
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdîde güler!
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal’â mı göğsündeki kat kat îman?
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?
Çünkü te’sis-i İlâhî o metîn istihkâm.
Sarılır, indirilir mevki’-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkîf edemez sun’-i beşer;
Bu göğüslerse Hudâ’nın ebedî serhaddi;
“O benim sun’-i bedî’im, onu çiğnetme” dedi.
Âsım’ın nesli…diyordum ya…nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek.
Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar…
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,
Yaralanmış tertemiz alnından, uzanmış yatıyor, (3)
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd’i…
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
“Gömelim gel seni târîhe” desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb…
Seni ancak ebediyyetler eder istîâb.
“Bu, taşındır” diyerek Kâ’be’yi diksem başına;
Rûhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan, (4)
Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan;
Sen bu âvîzenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvîzeni lebriz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana…
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.
Sen ki, son ehl-i salîbin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddîn’i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran…
Sen ki, İslâm’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın…Heyhât,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât…
Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber,
Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber.
(1) İlk baskılarda:…kum gibi, mahşer mi, hakîkat mahşer.
(2) İlk baskılarda:…duruyor karşında,
(3) İlk baskıda: Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
(4) İlk baskılarda: Ebr-i nîsânı açık…
Bir Gece
Ondört asır evvel, yine bir böyle geceydi,
Kumdan, ayın ondördü, bir öksüz çıkıverdi!
Lâkin o ne hüsrandı ki: Hissetmedi gözler;
Kaç bin senedir, halbuki, bekleşmedelerdi!
Nerden görecekler? Göremezlerdi tabî’î:
Bir kere, zuhûr ettiği çöl en sapa yerdi;
Bir kere de, ma’mure-i dünyâ, o zamanlar,
Buhranlar içindeydi, bugünden de beterdi.
Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;
Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!
Fevzâ bütün âfâkını sarmıştı zemînin
Salgındı, bugün Şark’ı yıkan, tefrika derdi.
Derken, büyümüş, kırkına gelmişti ki öksüz,
Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi!
Bir nefhada kurtardı insanlığı o ma’sum,
Bir hamlede kayserleri, kisrâları serdi!
Aczin ki, ezilmekti bütün hakkı, dirildi;
Zulmün ki, zevâl akılına gelmezdi, geberdi!
Âlemlere, rahmetti, evet, Şer’-i mübîni,
Şehbâlini adl isteyenin yurduna gerdi.
Dünya neye sâhipse, onun vergisidir hep;
Medyûn ona cem’iyyeti, medyûn ona ferdi.
Medyûndur o ma’sûma bütün bir beşeriyyet…
Yâ Rab, bizi mahşerde bu ikrâr ile haşret.
Hilvan, 11 Rebîülevvel 1347
(28 Ağustos 1928)
Birlik
Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz.
Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz;
Düşer mi tek taşı sandın harim-i namusun,
Meğer ki harbe giden son nefer şehid olsun.
Şu karşımızdaki mahşer kudursa, çıldırsa,
Denizler ordu, bulutlar donanma yağdırsa,
Bu altımızdaki yerden bütün yanardağlar
Taşıp da kaplasa âfakı bir kızıl sarsa,
Değil mi cephemizin sinesinde iman bir;
Sevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan bir;
Değil mi ortada bir sine çarpıyor, yılmaz,
Cihan yıkılsa emin ol bu cephe sarsılmaz!
Ye’s
Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak…
Alçak bir ölüm varsa, emînim, budur ancak.
Dünyâda inanmam, hani görsem de gözümle.
İmânı olan kimse gebermez bu ölümle:
Ey dipdiri meyyit, ‘İki el bir baş içindir.’
Davransana… Eller de senin, baş da senindir!
His yok, hareket yok, acı yok… Leş mi kesildin?
Hayret veriyorsun bana… Sen böyle değildin.
Kurtulmaya azmin neye bilmem ki süreksiz?
Kendin mi senin, yoksa ümîdin mi yüreksiz?
Âtiyi karanlık görüvermekle apıştın?
Esbâbı elinden atarak ye’se yapıştın!
Karşında ziyâ yoksa, sağından, ya solundan
Tek bir ışık olsun buluver… Kalma yolundan.
Âlemde ziyâ kalmasa, halk etmelisin, halk!
Ey elleri böğründe yatan, şaşkın adam, kalk!
Herkes gibi dünyâda henüz hakk-i hayâtın
Varken, hani herkes gibi azminde sebâtın?
Ye’s öyle bataktır ki; düşersen boğulursun.
Ümîde sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!
Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar;
Me’yûs olanın rûhunu, vicdânını bağlar
Lânetleme bir ukde-i hâtır ki: çözülmez…
En korkulu câni gibi ye’sin yüzü gülmez!
Mâdâm ki alçaklığı bir, ye’s ile sirkin;
Mâdâm ki ondan daha mel’un daha çirkin
Bir seyyie yoktur sana; ey unsur- îman,
Nevmid olarak rahmet-i mev’ûd-u Hudâ’dan,
Hüsrâna rıza verme… Çalış… Azmi bırakma;
Kendin yanacaksan bile, evlâdını yakma!
Evler tünek olmuş, ötüyor bir sürü baykuş…
Sesler de: ‘Vatan tehlikedeymiş… Batıyormuş! ‘
Lâkin, hani, milyonları örten şu yığından,
Tek kol da demiyor bir tarafından!
Sâhipsiz olan memleketin batması haktır;
Sen sâhip olursan bu vatan batmayacaktır.
Feryâdı bırak, kendine gel, çünkü zaman dar…
Uğraş ki: telâfi edecek bunca zarar var.
Feryâd ile kurtulması me’mûl ise haykır!
Yok, yok! Hele azmindeki zincirleri bir kır!
‘İş bitti… Sebâtın sonu yoktur! ‘ deme, yılma.
Ey millet-i merhûme, sakın ye’se kapılma.
(14 Mart 1913)
Ah O Din Nerde
O yerin gökten inen dini, hayatın dini?
Bu nasıl dar, ne kadar basmakalıp bir görenek?
Müslümanlık mı dedin? … Tövbeler olsun, ne demek!
Adamlığın Yolu Nerdense, Bul Da Girmeye Bak
Adamlığın yolu nerdense, bul da girmeye bak.
Adam mısın: Ebediyyen cihanda hürsün, gez;
Yular takıp seni bir kimsecikler sürükleyemez.
Adam değil misin, oğlum: Gönüllüsün semere;
Küfür savurma boyun kestiğim semercilere.
Cenk Şarkısı
Sebîlürreşâd cerîde-i İslâmiyyesinin kahraman askerlerimize armağanı
Yurdunu Allâh’a bırak, çık yola:
«Cenge! » deyip çek ki vatan kurtula.
Böyle müyesser mi gazâ her kula?
Haydi levend asker, uğurlar ola.
Ey sürüden arkaya kalmış yiğit!
Arkadaşın gitti, yetiş sen de git.
Bak ne diyor, cedd-i şehîdin, işit:
«Durma git evlâdım, uğurlar ola.
«Durma git evlâdım, açıktır yolun…
Cenge sıvansın o bükülmez kolun;
Süngünü tak, ön safa geçmiş bulun.
Uğrun açık olsun, uğurlar ola.
«Yerleri yırtan sel olup taşmalı!
Dağ demeyip, taş demeyip aşmalı!
Sendeki coşkunluğa el şaşmalı!
Haydi git evlâdım, uğurlar ola.
«Yükselerek kuş gibi Balkanlara,
Öyle satır at ki kuduz Bulgar’a:
Bir daha Osmanlı’ya güç sırtara!
Git de gel evlâdım… uğurlar ola.
«Düşmana çiğnetme bu toprakları;
Haydi kılıçtan geçir alçakları!
Leş gibi yatsın kara bayrakları!
Kahraman evlâdım, uğurlar ola.»
* * *
Balkan’ı bildin mi nedir, hemşeri?
Sevgili ecdâdının en son yeri.
Bir sıla isterdin a çoktan beri
Şimdi tamam vakti… Uğurlar ola.
Balkan’ın üstünde sızan her pınar
Bir yaradır, durmaz içinden kanar!
Hangi taşın kalbini deşsen: Mezar!
Gör ne mübârek yer… uğurlar ola.
Eş hele bir dağları örten karı:
Ot değil onlar, dedenin saçları!
Dinle: Şehid sesleridir rüzgârı!
Durma levend asker, uğurlar ola.
Ey vatanın şanlı gazâ mevkibi,
Saldırınız düşmana arslan gibi.
İşte Hudâ yâveriniz, hem Nebi.
Haydi gidin, haydi, uğurlar ola.
17 Ekim 1912
Cânan Yurdu
Her hatvesi bir mezâr-ı muğber!
Uçmuş da bakındığım terâne,
Kalmış sessiz bir âşiyâne.
Yer yer medfun durur emeller…
Gûyâ ki kıyâm-ı haşri bekler!
Yâ Rab! Niye böyle bir yığın hâk
Olmuş yatıyor o buk’a-i pâk?
Yâ Rab, ne için o lem’a nâbûd?
Yâ Rab, ne için bu sâye memdûd?
Yâ Rab, ne demek harîm-i cânan
Üstünde bu perde perde hicran?
Lâkin görünen kimin hayâli?
Cânan gibi tıpkı yâl ü bâli…
Gîsû-yi siyâh-ı târumârı,
Altında cebîn-i lem’a-dârı,
Zulmetler içinde subh-i mahmûr;
Yâ gözbebeğinde nazra-i nûr;
Yâ ebr-i bahâr içinde cevvâl
Bâran şeklinde dürr-i seyyâl;
Yâ sînede her zaman coşan yâd,
Yâ kayd-i bedende rûh-i âzâd.
Ey tayf-ı nigeh-firîbi yârın,
Olmaz mı bir ân için karârın?
Heyhât, serâb-ı şavka döndün…
Karşımda parıldamanla söndün!
Kimden sorayım ki nerde dilber?
Makber gibi samt içinde her yer.
Cânan! Cânan! … dedim, arandım…
«Bir aks-i nidâ» dedikçe, yandım!
Yâ Rab, niye hem sağır, hem ebkem,
Dağlar, dereler, bütün şu âlem?
Ey sevdiğimin sevimli yurdu,
Hâlin bana şimdi pek dokundu!
Aç sîneni; yâd-ı nükhetinden
Bir şemmeye kàilim bugün ben.
Bir vakt o şemîm-i nâz-perver
Tâ subha kadar yanımda bekler,
-Ümmîde verip bekà sabûhu-
Sermest-i safâ ederdi rûhu.
Heyhât o nesîm-i sâf şimdi
Nâzan nâzan semâya gitti.
Ey lâne-i târumâr söyle,
Cânan sana artık inmiyor mu?
Ey mâtem-i pâyidâr söyle,
Sâhandaki nevha dinmiyor mu?
Ey ebr-i semâ-güzîn-i seyyâr,
Yâdında mıdır o nazlı reftâr?
Ey darbe-i bâda karşı, ra’şân,
İnşâd-ı enîn eden nihâlân!
Bir şi’r-i revân olup da cânan,
Geçmez mi bu gölgeden hırâman?
Ey dilber-i mihriban, zuhûr et!
Ömrüm gibi ansızın mürûr et!
Yâ kalb-i fezâya bir hutûr et:
Âfâkımı lem’a lem’a nûr et.
Bin nevha-i cân içimde pür-cûş,
Geldim bu garîb yurda, medhûş.
Feryâdımı yok mu eyleyen gûş?
Yâ Rab, bu nasıl cihân-ı hâmûş:
Bir «yok! » diyecek sadâ da yokmuş! …
Hakkın Sesleri / Gitme Ey Yolcu
“İşte sana, onların kendi yolsuzlukları yüzünden ıpıssız kalan yurtları! ..”
(Kur’an, Neml, 52)
Geçenler varsa İslâm’ın şu çiğnenmiş diyârından;
Şu yüz binlerce yurdun kanlı, zâirsiz mezârından;
Yürekler parçalar bir nevha dinler reh-güzârından.
Bu mâtem, kim bilir, kaç münkesir kalbin gubârından
Hurûş etmekte, son ümmîdinin son inkisârından?
Evet, son inkisârından ki yoktur cebrin imkânı:
Batıp gitmiş nazarlar beklemekten fecr-i nâzânı!
Nasıl, ey yolcu, bin lâ’net gelip ezmez ki vicdânı;
Dudaklar, çâk çâk olmuş, içerken zehr-i hüsrânı,
Uzaktan baktı -koşmak nerde! – milyonlarca yârânı!
Bu ıssız âşiyanlar bir zaman candan muazzezdi;
Bu damlar böyle baykuş seslerinden çın çın ötmezdi;
Şu kurbağalar seken vâdîde ceylânlar koşup gezdi;
Şu coşmuş, ağlayan ırmak ne handan gölgeler sezdi;
Bütün mâzîyi bir tûfan, fakat, hep boğdu, hem ezdi!
Vefâsız yurd! Öz evlâdın için olsun, vefâ yok mu?
Neden kalbin kararmış? Bin ocaktan bir ziyâ yok mu?
İlâhî kimsesizlikten bunaldım, âşinâ yok mu?
Vatansız, hânümansız bir garîbim… Mültecâ yok mu?
Bütün yokluk mu her yer? Bâri bir “Yok! ” der sadâ yok mu?
* * *
Gitme ey yolcu, berâber oturup ağlaşalım:
Elemim bir yüreğin kârı değil, paylaşalım:
Ne yapıp ye’simi kahreyleyeyim, bilmem ki?
Öyle dehşetli muhîtimde dönen mâtem ki! ..
Ah! Karşımda vatan nâmına bir kabristan
Yatıyor şimdi… Nasıl yerlere geçmez insan?
Şu mezarlar ki uzanmış gidiyor, ey yolcu,
Nereden başladı yükselmeye, bak, nerde ucu!
Bu ne hicrân-ı müebbed, bu ne hüsrân-ı mübîn…
Ezilir rûh-i semâ, parçalanır kalb-i zemin!
Azıcık kurcala toprakları, seyret ne çıkar:
Dipçik altında ezilmiş, paralanmış kafalar!
Bereden reng-i hüviyyetleri uçmuş yüzler!
Kim bilir hangi şenâatle oyulmuş gözler!
“Medeniyyet” denilen vahşete lâ’netler eder.
Nice yekpâre kesilmiş de sırıtmış dişler!
Süngülenmiş, kanı donmuş, nice binlerle beden!
Nice başlar, nice kollar ki cüdâ cisminden!
Beşiğinden alınıp parçalanan mahlûkat;
Sonra, nâmûsuna kurbân edilen bunca hayat!
Bembeyaz saçları katranlara batmış dedeler!
Göğsü baltayla kırılmış memesiz vâlideler!
Teki binlerce kesik gövdeye âid kümeler:
Saç, kulak, el, çene, parmak… Bütün enkâz-ı beşer!
Bakalım, yavrusu uğrar mı, deyip, karnından,
Canavarlar gibi şişlerde kızarmış nice can!
İşte bunlar o felâket-zedelerdir ki, düşün,
Kurumuş ot gibi doğrandı bıçaklarla bütün!
Müslümanlıkları bîçârelerin öyle büyük
Bir cinâyet ki: Cezâlar ona nisbetle küçük!
Ey, bu toprakta birer na’ş-ı perîşan bırakıp,
Yükselen mevkib-i ervâh! Sakın arza bakıp;
Sanmayın: Şevk-ı şehâdetle coşan bir kan var…
Bizde leşten daha hissiz, daha kokmuş can var!
Bakmayın, hem tükürün çehre-i murdârımıza!
Tükürün: Belki biraz duygu gelir ârımıza!
Tükürün cebhe-i lâkaydına Şark’ın, tükürün!
Kuşkulansın, görelim, gayreti halkın, tükürün!
Tükürün milleti alçakça vuran darbelere!
Tükürün onlara alkış dağıtan kahbelere!
Tükürün Ehl-i Salîb’in o hayâsız yüzüne!
Tükürün onların aslâ güvenilmez sözüne!
Medeniyyet denilen maskara mahlûku görün:
Tükürün maskeli vicdânına asrın, tükürün!
Hele i’lânı zamanında şu mel’un harbin,
“Bize efkâr-ı umûmiyyesi lâzım Garb’ın;
O da Allah’ı bırakmakla olur” herzesini,
Halka îman gibi telkîn ile, dînin sesini
Susturan aptalın idrâkine bol bol tükürün! ..
Yine hicrân ile çılgınlığım üstümde bugün…
Bana vahdet gibi bir yâr-ı müsâid lâzım!
Artık ey yolcu bırak… Ben, yalınız ağlayayım!
22 Safer 1331
17 Kânûnisânî 1328
(30 Ocak 1913)
Çocuklara
Ona siz benzemeyin, sonra ateştir yolunuz.
Meşe hâlinde yaşanmaz, o zamanlar geçti;
Gelen incelmiş adam devri, hemen yontulunuz.
Ama dikkatli olun: Bir kafanız yontulacak;
Sakın aldanmayın: İncelmeye gelmez kolunuz!
Bülbül
— Basri Bey oğlumuza —
Bütün dünyâya küskündüm, dün akşam pek bunalmıştım;
Nihâyet, bir zaman kırlarda gezmiş, köyde kalmıştım.
Şehirden kaçmak isterken sular zâten kararmıştı;
Pek ıssız bir karanlık sonradan vâdîyi sarmıştı.
Işık yok, yolcu yok, ses yok, bütün hilkat kesilmiş lâl…
Bu istiğrâkı tek bir nefha olsun etmiyor ihlâl.
Muhîtin hâli «insâniyyet»in timsâlidir, sandım;
Dönüp mâzîye tırmandım, ne hicranlar, neler andım!
Taşarken haşrolup beynimden artık bin müselsel yâd,
Zalâmın sînesinden fışkıran memdûd bir feryâd,
O müstağrak, o durgun vecdi nâgâh öyle coşturdu:
Ki vâdîden bütün, yer yer, eninler çağlayıp durdu.
Ne muhrik nağmeler, yâ Rab, ne mevcâmevc demlerdi:
Ağaçlar, taşlar ürpermişti, gûyâ Sûr-i Mahşer’di!
— Eşin var, âşiyânın var, bahârın var, ki beklerdin;
Kıyâmetler koparmak neydi, ey bülbül, nedir derdin?
O zümrüd tahta kondun, bir semâvî saltanat kurdun;
Cihânın yurdu hep çiğnense, çiğnenmez senin yurdun.
Bugün bir yemyeşil vâdî, yarın bir kıpkızıl gülşen,
Gezersin, hânümânın şen, için şen, kâinâtın şen.
Hazansız bir zemîn isterse, şâyed rûh-i ser-bâzın,
Ufuklar, bu’d-i mutlaklar bütün mahkûm-i pervâzın.
Değil bir kayda, sığmazsın -kanatlandın mı- eb’âda;
Hayâtın en muhayyel gâyedir ahrâra dünyâda.
Neden öyleyse mâtemlerle eyyâmın perîşandır?
Niçin bir damlacık göğsünde bir umman hurûşandır?
Hayır, mâtem senin hakkın değil… Mâtem benim hakkım:
Asırlar var ki, aydınlık nedir, hiç bilmez âfâkım!
Tesellîden nasîbim yok, hazân ağlar bahârımda;
Bugün bir hânümansız serserîyim öz diyârımda!
Ne hüsrandır ki: Şark’ın ben vefâsız, kansız evlâdı,
Serâpâ Garb’a çiğnettim de çıktım hâk-i ecdâdı!
Hayâlimden geçerken şimdi, fikrim hercümerc oldu,
Salâhaddîn-i Eyyûbî’lerin, Fâtih’lerin yurdu.
Ne zillettir ki: Nâkùs inlesin beyninde Osmân’ın;
Ezan sussun, fezâlardan silinsin yâdı Mevlâ’nın!
Ne hicrandır ki: En şevketli bir mâzî serâb olsun;
O kudretler, o satvetler harâb olsun, türâb olsun!
Çökük bir kubbe kalsın ma’bedinden Yıldırım Hân’ın;
Şenâ’atlerle çiğnensin muazzam kabri Orhan’ın!
Ne haybettir ki: Vahdet-gâhı dînin devrilip, taş taş,
Sürünsün şimdi milyonlarca me’vâsız kalan dindaş!
Yıkılmış hânümanlar yerde işkenceyle kıvransın;
Serilmiş gövdeler, binlerce, yüzbinlerce doğransın!
Dolaşsın, sonra, İslâm’ın harem-gâhında nâ-mahrem…
Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın değil mâtem!
Ankara – Tâceddin Dergâhı
7 Mayıs 1337 (1921)
Hüsran
en böyle bakıp durmayacaktım, dili bağlı,
İslâm’ı uyandırmak için haykıracaktım.
Gür hisli, gür îmanlı beyinler, coşar ancak,
Ben zâten uzun boylu düşünmekten uzaktım!
Haykır! Kime, lâkin? Hani sâhipleri yurdun?
Ellerdi yatanlar, sağa baktım, sola baktım;
Feryâdımı artık boğarak, na’şını, tuttum,
Bin parça edip şi’rime gömdüm de bıraktım.
Seller gibi vâdîyi enînim saracakken,
Hiç çağlamadan, gizli inen yaş gibi aktım.
Yoktur elemimden şu sağır kubbede bir iz;
İnler «Safahât»ımdaki hüsran bile sessiz!
İstanbul, Teşrînievvel 1335 (Ekim 1919)
Ayrılık Hissi Nasıl Girdi Sizin Beyninize?
Müslümanlık sizi gayet sıkı, gayet sağlam,
Bağlamak lazım iken, anlamadım, anlıyamam,
Ayrılık hissi nasıl girdi sizin beyninize?
Fikr-i kavmıyyeti şeytan mı sokan zihninize?
Birbirinden muteferrik bu kadar akvamı,
Aynı milliyetin altında tutan islam’ı,
Temelinden yıkacak zelzele, kavmiyettir.
Bunu bir lahza unutmak ebedi haybettir…
Arnavutlukla, Araplıkla bu millet yürümez..
Son siyasetse bu! Hiç böyle siyaset yürümez!
Sizi bir aile efradı yaratmış Yaradan;
Kaldırın ayrılık esbabını artık aradan.
Siz bu davada iken yoksa, iyazen-billah,
Ecnebiler olacak sahibi mülkün nagah.
Diye dursun atalar: ‘Kal’a içinden alınır.’
Yok ki hiç bir kişiden… Millet-i merhume sağır!
Bir değil mahvedilen devlet-i islamiyye…
Girdiler aynı siyasetle bütün makbereye.
Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez;
Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.
Bırakın eski hükümetleri meydandakiler
Yetişir, şöyle bakıp ibret alan varsa eğer.
işte Fas, işte Tunus, işte Cezayir, gitti!
işte Irak’ı da taksim ediyorlar şimdi.
30 Muharrem 1331
27 Kanunuevvel 1328
1913
Ordunun Duâsı
Orduma, «gâzî» dedi Peygamberim.
Bir dileğim var, ölürüm isterim:
Yurduma tek düşman ayak basmasın.
Âmin! desin hep birden yiğitler,
«Allâhu ekber! » gökten şehidler.
Âmin! Âmin! Allâhu ekber!
Türk eriyiz, silsilemiz kahraman…
Müslümanız, Hakk’a tapan müslüman.
Putları Allah tanıyanlar, aman,
Mescidimin boynuna çan asmasın.
Âmin! desin hep birden yiğitler,
«Allâhu ekber! » gökten şehidler.
Âmin! Âmin! Allâhu ekber!
Millet için etti mi ordum sefer,
Kükremiş arslan kesilir her nefer,
Döktüğü kandan göğe vursun zafer,
Toprağa bir damlası boş akmasın.
Âmin! desin hep birden yiğitler,
«Allâhu ekber! » gökten şehidler.
Âmin! Âmin! Allâhu ekber! Allâhu ekber!
Ey Ulu Peygamberimiz nerdesin?
Dinle minâremde öten gür sesin!
Gel, bana yâr ol ki cihan titresin,
Kimse dönüp süngüme yan bakmasın.
Âmin! desin hep birden yiğitler,
«Allâhu ekber! » gökten şehidler.
Âmin! Âmin! Allâhu ekber! Allâhu ekber!
Âhiret Yolu
sokakta sâde bir ‘âmîn! ‘ sadâsıdır gidiyor:
mahalle halkı birikmiş, imam duâ ediyor.
basık bir ev; kapının iç yanında bir tâbût,
başında çınlayan âvâzı dinliyor, mebhût;
denildi: ‘fâtiha! ‘; âmîni kestiler bu sefer,
göğüsler inledi, derken, açık duran eller,
hazîn alınları bir kerre okşayıp indi;
deminki zemzemeler bir zaman için dindi.
duyuldu sonra imâmın nidâ-yı mağmûmu,
diyordu:
– söyleyin allâh için şu merhûmu,
nasıl bilirsiniz ey müslümanlar?
– iyi biliriz!
-yarın huzûr-i ilâhîde toplanıp hepiniz,
bu yolda hüsn-i şehâdet edersiniz ya?
– evet!
– imâm efendi, helâllık da iste, merhamet et…
– helâl edin hadi öyleyse şimdi hakkınızı.
– helâl edin hadi bekletmeyin adamcağızı!
cemâatin yüreğinden kopup ‘helâl olsun! ‘
nidâ-yı saffeti, birden cenâze, ah-ı derûn,
misâli uğradı evden; fezâda yükseldi
içerde başladı bir cûş-i nevhadır şimdi;
baş örtüsüyle kadınlargözüktü pencereden:
-bıraktın öyle mi, en sonra kardeşim, bizi sen!
-yıkıldı dostlar evim, barkım… ah gitti kocam! ..
-dayım melek gibi insandı; ben nasıl yanmam!
-tamam otuz senedir komşuyuz da bir kerre,
kızıp da ‘ey! ‘ demiş insan değildi, hemşîre!
-zavallı remziye! boynun büküldü evlâdım…
-babam ne oldu?
-baban… öldü.
-etme ayşe hanım,
bu söylenir mi ya? hicrân olur zavallı kıza…
ayol, şu öksüzü bir parçacık avutsanıza…
açın da cumbayı etrâfa baksın ağlamasın…
göründü cumbada baktım ki tombalak, sanşın,
sevimli bir küçücek kız… beiinde ancak var.
donuk yanakları üstünde parlayan yaşlar,
zavallının eriyen ruh-i bî-günâhı idi.
benim o mersiye yâdımda ağlıyor ebedî.
sefine pâre ki sırtında mevc-i bî-hissin,
yüzer… önünde ademden nişâne bir engin,
çeker durur onu sâhil-cüdâ açıklarına;
bakar mı bir taşın üstünde durmuş ağlıyana?
cenâze dûş-i cemâatte çalkalandıkça,
o tahta pâreye benzerdi, düşmüş emvâca.
nasıl duyar ki uzaklarda inleyen kadını?
nasıl görür ki yetîmin huruş eden yaşını?
bu hây ü hûy-i kıyâmet-nümûn içinde söner,
samîm-i hilkati sûzân eden enîn-i beşer.
değilmiş öyle geniş nâlenin hudûdu meğer:
sokak bitip dönülürken kesildi mâtemler.
o tahta pâre-i câmid, o iğbirâr-ı samût,
güzer-gehindeki eşbâhı bir mehîb sükût
içinde haşr ederek dalgalarla seyrediyor;
zemîne bakmıyor artık semâ deyip gidiyor.
bu mahmilin neye sık sık değişsin efrâdı?
suâli fikre büyük bir hakîkat anlattı:
evet bekâ ezecek cism-i zâr-ı fânîyi,
vücûd çekmiyecek ömr-i câvidânîyi,
bu bâr-ı müdhişin altında titreyip dizler,
dayanmıyor üç adımdan ziyâde dûş-i beşer!
ağır ağırgidiyorken cenâze kâfilesi,
nihâyet oldu musallâ birinci merhalesi.
çıkınca üstüne son minberin hatîb-i memât,
açıldı dîde-i im’âna perde perde hayât.
*******
senin en son serîrindir şu bî pervâ uzanmış taş;
ki nermin hâb-gâhından çıkar, bir gün vurursun baş!
elinden yok halâs imkânı, mâdâme’l-hayât uğraş…
o, mutlak sedd-i râhındır, aşılmaz.. muktedirsen aş! ‘
musallâ: müncemid bir mevcidir eşk-i yetîmânın;
musallâ: ahıdır, berceste, mâtem-zâr-ı dünyânın;
musallâ: minber-i teblîğidir dünyâda, ukbânın;
musallâ-: ders-i ibrettir durur pîşinde, irfânın.
bu minberden iner nâsûta en müdhiş hakîkatler,
bu yerden yükselir lâhûta en hâlis kanâ’atler.
civârından geçer zulmette bî pâyan hayâletler:
kefen-ber-dûş geçmişler, kalan üryan sefâletler!
babam, kardeşlerim, evlâdım, annem… belki bunlardan
muazzez bildiğim kıymetli birçok yâr-ı can el’ân
bu taştan atfeder zanneylerim dünyâya son im’ân…
benim rûhum bu heykelden duyar hâmûş bin efgân!
serîr-i saltanatlar devrilir, alt üst olur dünyâ;
müşeyyed bürc ü bârülar düşer bir bir, bu taş hâlâ,
zamânın dest-i tahrîbiyle, durmuş, eyler istihzâ;
bütün mevcûda hâkim bir adem timsâlidir gûyâ.
namaz kılındı; duâ bitti. kârban, yoluna
düzüldü taht-ı memâtın girip birer koluna.
yarım sâat henüz olmuştu. yolcular durdu;
demek ki; komşusu dünyânın âhiret yurdu.
cenâze indi omuzdan yavaş yavaş, sonra,
sokuldu servilerin ortasında bir çukura,
atıldı üstüne üç beş kürek kemikli çamur
kabardı toprağın altında bir an, bir ur!
evet, çıban, ki yatan duymuyorsa dehşetini,
dönün de arkadakinden sorun fecâ’atini·
sükûn içinde uyurken şu bir yığın toprak
ilel’ebed o küçük rûh çırpınıp duracak! …
Haya Sıyrılmış İnmiş
Ne çirkin yüzleri örtermiş, meğer o incecik perde
Vefa yok, ahde hürmet hiç, lafe-i bi medlul
Yalan raiç, hiyanet mültezem, heryerde hak meçhul
Ne tüyler ürperir ya rab, ne korkunç inkılab olmuş
Ne din kalmış ne iman, din harab, iman türab olmuş
Eser
Bir insan öldü mü ondan kalacak eseri,
Bir eşek göçtü mü ondan da nihayet semeri.
Bayram
Âfâk bütün hande, cihan başka cihandır;
Bayram ne kadar hoş, ne şetâretli zamandır!
Bayramda güler çehre-i mâ’sûm-i sabâvet,
Ümmîd çocuk sûret-i sâfında ıyandır
Her cebhede bir nûr-i mücerred lemeânda;
Her dîdede bir rûh demâdem cevelândır.
Âlâm-ı hayâtın iki kat büktüğü ecsâd
Feyzindeki te’sîr ile âsûde revandır.
Ferdâ-yı sükûn perveridir sâl-i cidâlin,
Nevmîd düşen kalbe ümîd-âver-i candır.
Heycâ-yi maîşetteki feryâd-ı mehîbin
Dünyâda biraz dindiği an varsa bu andır.
Subhunda bahârın şu sabâhat bulunur mu?
Bak çehre-i gabrâya: Nasıl şen, ne civandır!
Her sînede bir kalb-i meserret darabanda,
Her kalbde bir âlem-i eşvâk nihandır.
Raksân oluyor cünbüş-i dûşiyle anâsır,
Gûya ki bütün sadr-ı zemin pür-galeyandır.
Eşbahı da cûşân ediyor feyz-i mübîni,
Yâ Rab bu nasıl rûh-i avâlim-sereyandır!
Bayramda gelir yâ da ne hoş hâtıralar ki:
Bin ömre verilmez, o kadar kadri girandır,
Iydin bana dâim görünür levh-i kerîmi:
Mâzî-i tufûliyyetimin yâd-ı besîmi.
Birinci gün hava bir parça nâ-müsâiddi;
İkinci gün açılıp, sonra pek güzel gitti.
Dedim ki: ‘Fâtih’e çıksam yavaşça, bir yanda
Durup o âlemi seyreylesem de meydanda,
Ziyâret etsem ehibbâyı sonradan… Hoş olur.
Bütün gün evde oturmak ne olsa pek boştur. ‘
Bu arzû-yi tenezzüh gelince, artık ben
Durur muyum? Ne gezer! Fırladım hemen evden.
Gelin de bayramı Fâtih’te seyredin, zirâ
Hayâle, hâtıra sığmaz o herc ü merc-i safâ,
Kucakta gezdirilen bir karış çocuklardan
Tutun da, tâ dedemiz demlerinden arta kalan,
Asırlar ölçüsü boy boy asâli nesle kadar,
Büyük küçük bütün efrâd-i belde, hepsi de var!
Adım başında kurulmuş beşik salıncaklar,
İçinde darbuka, teflerle zilli şakşaklar,
Biraz gidin; Kocaman bir çadır… Önünde bütün,
Çoluk çocuk birer onluk verip de girmek için
Nöbetle bekleşiyorlar. Acep içinde ne var?
‘Caponya’dan gelen insan suratlı bir canavar! ‘
Geçin: sırayla çadırlar. Önünde her birinin.
Diyor: ‘Kuzum, girecek varsa durmasın girsin.’
Bağırmadan sesi bitmiş ayaklı bir îlân,
‘Alın gözüm buna derler…’ sadâsı her yandan.
Alettirikçilerin keyfi pek yolunda hele:
Gelen yapışmada bir mutlaka o saplı tele.
Terazilerden adam eksik olmuyor; birisi
İnince binmede artık onun da hemşerisi:
‘Hak okka çünkü bu kantar… Frenk îcâdı gıram
Değil! Diremleri dörtyüz, hesapta şaşmaz adam.’
– Muhallebim ne de kaymak!
– Şifalıdır macun!
– Simit mi istedin ağa?
– Yokmuş onluğun, dursun.
O başta: Kuşkunu kopmuş eğerli düldüller,
Bu başta: Paldimi düşmüş semerli bülbüller!
Baloncular, hacıyatmazlar, fırıldaklar,
Horoz şekerleri, civ civ öten oyuncaklar;
Sağında atlıkarınca, solunda tahtırevan
Önünde bir sürü çekçek, tepende çifte kolan
Öbek öbek yere çökmüş kömür çeken develer…
Ferâğ-ı bâl ile birden geviş getirmedeler.
Koşan, gezen, oturan, mâniler düzüp çağıran.
Davullu zurnalı ‘dans’ eyliyen, coşup bağıran,
Bu kâinât-ı sürûrun içinde gezdikçe,
Çocukların tarafındaydı en çok eğlence,
Güzelce süslenerek dest-i nâz-ı mâderle;
Birer çiçek gibi nevvâr olan bebeklerle
Gelirdi safha-i mevvâc-ı ıyde başka hayât…
Bütün sürûr u şetâretti gördüğüm harekât!
Onar parayla biraz sallandırdılar… Derken,
Dururdu ‘Yandı! ‘ sadâsıyle türküler birden,
– Ayol, demin daha yanmıştı a! Herif sen de,
– Peki kızım, azıcık fazla sallarım ben de.
‘Deniz dalgasız olmaz
Gönül sevdasız olmaz
Yâri güzel olanın
Başı belâsız olmaz!
Haydindi mini mini maşallah
Kavuşuruz inşallah…’
Fakat bu levha-i handâna karşı, pek yaşlı,
Bir ihtiyar kadının koltuğunda gür kaşlı,
Uzunca saçlı güzel bir kız ağlayıp duruyor.
Gelen geçen ‘Bu niçin ağlıyor? ‘ deyip soruyor.
– Yetim ayol… Bana evlâd belâsıdır bu acı
Çocuk değil mi? ‘Salıncak’ diyor…
– Salıncakçı!
Kuzum, biraz da bu binsin… Ne var sevâbına say…
Yetim sevindirenin ömrü çok olur…
– Hay hay!
Hemen o kız da salıncakçının mürüvvetine
Katıldı ağlamayan kızların şetâretine.
Ey Yolcu, Uyan!
”Allah’a dayandım! ” diye sen çıkma yataktan…
Ma’na-yı tevekkül bu mudur? Hey gidi nadan!
Ecdadını, zannetme, asırlarca uyurdu;
Nerden bulacaktın o zaman eldeki yurdu?
Üç kıt’ada, yer yer, kanayan izleri şahid:
Dinlenmedi bir gün o büyük nesl-i mücahid.
Alemde ”tevekkül” demek olsaydı ”atalet”
Miras-ı diyanetle yaşar mıydı bu millet?
Çoktan kürenin meş’al-i tevhidi sönerdi;
Kur’an duramaz, Nezd-i İlahi’ye dönerdi.
”Dünya koşuyor” söz mü? Beraber koşacaktın;
Heyhat, bütün azmi sen arkanda bıraktın!
Madem ki uyandın o medid uykulardan,
Bir parçacık olsun, hadi, hiç yoksa, kımıldan.
Dünya koşuyorken yolun üstünde yatılmaz;
Davranmayacak kimse bu meydana atılmaz.
Müstakbeli bul, sen de koşanlarla bir ol da;
Maziyi, fakat, yıkmaya kalkışma bu yolda.
Ahlafa döner, korkarım, eslafa hücumu:
Mazisi yıkık milletin atisi olur mu?
Ey yolcu, uyan! Yoksa çıkarsın ki sabaha:
Bir kupkuru çöl var; ne ışık var, ne de vaha!
Uyan!
Baksana kim boynu bükük ağlayan?
Hakk-ı hayâtın senin ey müslüman!
Kurtar o bîçâreyi Allâh için,
Artık ölüm uykularından uyan!
Bunca zamandır uyudun, kanmadın;
Çekmediğin kalmadı, uslanmadın.
Çiğnediler yurdunu baştan başa,
Sen yine bir kerre kımıldanmadın!
Ninni değil dinlediğin velvele…
Kükreyerek akmada müstakbele,
Bir ebedî sel ki zamandır adı;
Haydi katıl sen de o coşkun sele.
Karşı durulmaz, cereyan sîne-çâk…
Varsa duranlar olur elbet helâk.
Dalgaların anlamadan seyrini,
Göz göre girdâba nedir inhimâk?
Dehşet-i mâzîyi getir yâdına;
Kimse yetişmez yarın imdâdına.
Merhametin yok diyelim nefsine;
Merhamet etmez misin evlâdına?
«Ben onu dünyâya getirdim…» diye,
Kalkışacaksın demek öldürmeye!
Sevk ediyormuş meğer insanları,
Hakk-ı übüvvet de bu cânîliğe!
Doğru mudur ye’s ile olmak tebâh?
Yok mu gelip gayrete bir intibâh?
Beklediğin subh-i Kıyâmet midir?
Gün batıyor, sen arıyorsun sabâh!
Gözleri mâzîye bakan milletin,
Ömrü temâdîsi olur nekbetin.
Karşına müstakbeli dikmiş Hudâ,
Görmeye, lâkin daha yok niyyetin!
Ey koca Şark, ey ebedî meskenet!
Sen de kımıldanmaya bir niyyet et.
Korkuyorum, Garb’ın elinden yarın,
Kalmayacak çekmediğin mel’anet.
Hakk-ı hayâtın daha çiğnenmeden,
Kan dökerek almalısın merd isen.
Çünkü bugün ortada hak sâhibi,
Bir kişidir: «Hakkımı vermem! » diyen.
5 Şubat 1330 (18 Şubat 1915)
Fâtih Câmii
Yanp edvan yükselmiş bu müdhiş heykel-i ikrar,
Siyeh-reng-i dalalet bir bulut şeklinde maziler,
Civarından kaçar, bulmaksızın bir lahza istikrar;
Ziya-riz-i hakikat bir seher tavrında müstakbel,
Gelir fevkinden eyler sermedi binlerce nur! sar.
Deraguş etmek ister nazenin-i bezm-i lahfitu:
Kol açmış her menarı sanki bir ümmid-i cür’etkar!
O revzenler, nazariardan nihan didara müstağrak,
Birer gözdür ki sıyrılmış önünden perde-i esrar.
Bu kudsi ma’bedin üstünde taban fevc fevc ervah,
Bu ulvi ku b benin altında efişan m eve mevc en var.
Tecessüd eylemiş güya ki subhun ruh-i ıİıahmuru;
Semadan yahud inmiş hake, Sina-reng olup didar!
Tabiat perde-pfiş-i zulmet olmuş, habe dalmışken,
O; güya kalb-i nuranisidir leylin, durur bidar.
Evet bir kalbdir, bir kalb-i cuşacuş-i aşıktır,
Ki cevfinden demadem yükselir bin nale-i ezkar.
Nümayan cebhesinden Sadr-ı İslam’ın mealisi:
O sadnn feyz-i eniasıyle güya bir yığın ahcar,
Kıyametmiş de, yükselmiş de bir timsal-i nur olmuş.
Nasıl timsal-i nur olmaz? Şu pek sakin duran divar,
Asırlar geçti hala batılın piş-i hücfimunda,
Göğüs germektedir, bir kerre olsun olmadan bizar.
Bu bir ma’bed değil, Ma’bfid’a yükselmiş ibadettir;
Bu bir manzar değil, didara vasıl mevkib-i enzar.
Semadan inmemiştir, şüphesiz, lakin semavidir:
Zemini olmayan bir cilve-i feyyazı havidir.
* * *
Bir infilak-ı safadır ki yar-ı canımdır,
Sabahı pek severim, en güzel zamanımdır.
Rida-yı leyli henüz açmaınıştı dest-i sema;
Saba dahab-ı sükfindan ayılmamıştı daha,
Feza-yı rfihda aksetti, es-sala-perdaz
Müezzinin dem-i mahmfiru, bir hazin avaz.
İçimde cfiş ederek lücce lücce istiğrak,
Ezanı beklemez oldum; açılmadan afak,
Zalamı sineye çekmiş yatan sokaklardan
Kemal-ivecd ile geçtim. Önümde bir meydan
Göründü; Fatih’ e gelmiştim anladım, azıcık
Gidince, ma’bede baktım ki bekliyor uyanık!
Sokuldum artık onun sine-i münevverine,
Oturdum öndeki maksfireciklerin birine.
Feza-yı ma’bedin encüm-nüma meşa’ilini,
O lem’a lem’a diziimiş ziya kavafilini
Görünce geldi çocukluk zamanlanın yada…
Neler düşündüm o sa’atte bilseniz orada!
Sekiz yaşında kadardım. Babam gelir: “Bu gece,
Sizinle cami’ e gitsek çocuklar erkence.
Giderseniz gelin amma namazda uslu durun,
Meramınız yaramazlıksa işte ev, oturun! ”
Deyip alırdı beraber benimle kardeşimi.
Namaza durdu mu, haliyle koyverir peşimi,
Dalar giderdi. Ben artık kalınca azade,
N e aşıkane koşardım has ır lar üstünde!
Hayal otuz sene evvelki hali pişimden
Geçirdi, başladım artık yanımda görmeye ben: ·
Beyaz sarıklı, temiz, yaşça elli beş ancak;
Vücudu zinde, fakat saç, sakal ziyadece ak;
Mehib yüzlü bir adem: Kılar edeble namaz;
Yanında bir küçücek kızcağızia pek yaramaz
Yeşil s arıklı bir oğlan ki başta püskül yok.
imamesinde fesin bağlı sade bir boncuk!
Sarık hemen bozulur, sonra şöyle bir dolanır;
Biraz geçer, yine rayet misali dalgalanır!
Koşar koşar duramaz, akıbet denir “amm”
Namaz biter. O zaman kalkarak o pir-i güzin,
Alır çocuklar, oğlan fener çeker önde,
Gelir düşer eve yorgun, dalar pek asilde
Derin bir uykuya…
Derken bu hatırat ı latif
Çekildi aslına, artık haklkatin o kesif
Likası başladı karşımda cilve eylemeye;
. Zaman da kalmadı zaten hayali dinlemeye:
Sağım, sol um, önüm, arkarn huşfi’ a müstağrak
Zılal i ade m iken, bir s ada bülend olarak,
O kainat ı huzfi’u yerinden oynattı;
Feza yı mahşere döndürdü gitti eb’adı!
Suffif ayakta müselsel cibal-i velveledar
Gibiydi. Her birisinden duyuldu sine-fikar,
Birer enin-i tazarru; birer niyaz ı hazm,
Ki kalb-i rahmeti sızlattı şüphesiz o enin!
Eğildi sonra o dağlar huzur-i izzette;
Göründü sonra o dağlar zemin-i haşyette!
İnayetiyle Huda kaldırınca her birini,
Semaya doğru o dağlar da açtı ellerini.
O anda koptu yüreklerden öyle bir feryad,
Ki ruhum eyleyecek taebed o dehşeti yad.
Kesildi bir aralık inleyen hazin av az…
N e oldu Arş ‘a kadar yükselen o s uz ü güdaz?
O cu ş içindeki iman?
Evet, huruş ederek işte rahmet İ Subbfih,
Bütün yüreklere serpildi kubbeden bir n1h:
Ruh-i itminan.
Birlik Bağı
Müslümanlık nerde bizden geçmiş insanlık bile
Alem aldatmaksa maksat aldanan yok nafile
Kaç hakiki müslüman gördümse hep makberdedir
Müslümanlık bilmem ama galiba göklerdedir
Varsa şayet söyleyin bir parçık insafınız
Böyle kansızmıydı haşa kahraman eslafınız
Böyle düşmüşmüydü herkes ayrılık sevdasına
Benzeyip şirasesiz bir mushafın eczasına
Hiç görülmüşmüydü olsun kayd ı vahdet tarumar
Böyle olmuşmuydu millet can evinden rahnedar
Böyle açlıktan bogazlarmıydı kardeş kardeşi
Böyle adetmiydi bi perva yemek insan leşi
Irzımızdır çiğnenen evladımızdır doğranan
Hey sıkılmaz ağlamassan bari gülmekten utan
Kurt uzaklardan bakar dalgın görürmüş merkebi
Saldırırmış ansızın yaydan boşanmış ok gibi
Lakin aşk olsunki aldırmazda otllarmış eşşek
Sanki tavşanmış gelen yahud kılıksız köstebek
Kar sayarmış bir tutam fazla olsun yutmayı
Hasmı derken çullanırmış yutmadsan son lokmayı
Bir hakikattır bu bildiğin usluba sok
Halimiz merkeple kurdun aynı asla farkı yok
Burnumuzdan tuttu düşman biz boğaz kaynındayız
Bir bakın halamı hala ihriras ardındayız
Saygısızlık elverir bir parça olsun arlanın
Vakti çoktan geldi hem geçmektedir arlanmanın
Davranın haykırmadan nakus-u izmihlaliniz
Öyle bir buhrana sapmıştırki zira haliniz
Zevke dalmak şöyle dursun vaktiniz yok mateme
Davranın zira gülünç olduk aleme
Bekleşirken gökte yüzbinlerce ervah intikam
Yerde kalmış naşa benzer kavm için durmak haram
Kahraman ecdadınızdan sizde bir kan yokmudur
Yoksa istikbalinizden korkulur pek korkulur
Ahlakımız Yükselmeli
Bir halas imkanı var: Ahlakımız yükselmeli,
Yoksa pek korkunç olur katmerleşip hüsranımız…
Çünkü hem dünya gider, hem din, eğer yapmazsanız.
Duygusuz Olmak
Öyle salgınmış ki me’lun: Kurtulan bir ferd yok!
Kendi sağlam… Hissi ölmüş, ruhu ölmüş milletin!
İşte en korkuncu hüsranın, helakin, haybetin!
Durmayalım
Sa’ d! diyor ki: “Bir gece biz karban ile
Aheste-seyr iken yolumuz düştü bir çöle.
Sür’atle tayy için o beyaban ı vahşeti,
Hep yolcular feda ederek istirahati,
Gitmektelerdi. Bir aralık bende meşye tab,
Hiç kalmamış ki düşmüşüm artık zebfin ı hab.
Avare bir piyadeyi bekler mi kafile?
Naçar şedd i rahl edecek ta be-merhale.
Durmuş, diyordu, bir de uyandım ki, sarban:
“Kalk ey zavallı yolcu, uzaklaştı karban!
Uykum benim de yok değil amma bu deşt zar,
Araıngalı olur mu ki bin türlü korku var?
Ser-ınenzil i merama varır durmayıp giden;
yoktur necat ümidi bu çöller geçilmeden.
Heyhat, yolda böyle düşen uyku derdine,
Hep yolcular gider de kalır kendi kendine! ”
V ak’ a hiç bir şey değildir; haklısın, lakin düşün.
Başka bir düstfir ı hikmet var mı, insaf et, bugün?
Varmak istersen – diyor Sa’ d! – eğer bir maksada,
Tuttuğun yollar tükenmekten muarra olsa da;
Şedd i rahl et, durmayıp git, yolda kalmaktan sakın!
Merd-i sahib-azm için neymiş uzak, neymiş yakın?
Hangi müşkildir ki himmet olsun, asan olmasın?
Hangi dehşettir ki insandan hirasan olmasın?
İbret al erbab ı ikdamın bakıp asarına:
Dağ dayanmaz erierin dağlar söken ısranna.
Bir münevvim ses değil yer yer hun1şan velvele:
Fevc fevc akmakta insanlar bütün müstakbele.
Nehr-i feyza feyz-i insaniyyetin ahengine
Uymadan, kabil değildir düşmernek bir engine.
Menzil-i maksuda varmazsın uyanmazsan eğer…
V ar mı bak, yollarda hiç bi dar olanlardan eser?
işte atidir o ser-menzil denen aramgah;
Karban akvam; çöl mazi; atalet sedd-i rah.
Durma, mazi bir mugaylauzar ı dehşetnaktir;
Git ki, au korkusuzdur, hem de kudsi haktir.
Çok şedaid iktiham etmek gerektir, doğrudur…
Yelıleten avare bir seyyahı yollar korkutur;
Korku, lakin, azmi te’yid eylemek 1cab eder:
Kurtulursun şedd i rahl etmiş de gitmişsen eğer:
Çünkü düşmüşsün hayatın – ez kaza- feyfasına,
Gitmen icab eyliyor tamenzil-i aksasına.
Düşmernek madem elinden gelmemiş evvel senin,
Ölmeden olsun mu ey miskin, bu çöller medfenin?
intihar etmek değilse yolda durmak, gitmemek,
Asumandan refref indirsin demektir bir meL:k!
“Leyse li’l-insani illa ma sea” derken Huda; *
Anlarnam hiç meskenetten sen ne beklersin daha?
Davran artık karbanın arkasından durma, koş!
Mahvolursun bir dakikan geçse hatta böyle boş.
Menzil almışlar da yorgun, belki senden bi-mecal!
Belki yok, elbette öyle! Sen ne etmiştin hayal?
Şöyle gözden geçse bir bilkat temaşa-hanesi:
Çıkmıyor bir zerre fa’aliyyetin biganesi.
Asumani, hakdani cümle mevcfidat için
Kurtuluş yoksa’y-i daimden, terakkiden bugün.
Yer çalışsın, gök çalışsın, sen sıkılmazsan otur!
Bunların hakkında bilmem bir bahanen var mı? Dur!
Masiva bir şey midir, boş durmuyor Halik bile: **
Bak tecelli eyliyor bin şe’n-i gunagun ile.
Ey, bütün dünya ve mafiha ayaktayken; yatan!
Leş misin, davranmıyorsun? Bari Allah’tan utan.
Haya Öğren
Bu hissizlikten insanlık hem iğrensin, hem ürpersin!
Ne ibret, yok mu, bir bilsen kızarmak bilmeyen çehren?
Bırak tahsili, evladım, sen ilkin bir haya öğren!
Ya Rab Bu Uğursuz Gecenin Yok mu Sabahı?
‘İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden, bizi helâk eder misin, Allah’ım? ‘
(A’râf 155)
Yâ Râb, bu uğursuz gecenin yok mu sabâhı?
Mahşerde mi bîçârelerin, yoksa felâhı!
Nûr istiyoruz… Sen bize yangın veriyorsun!
‘Yandık! ‘diyoruz… Boğmaya kan gönderiyorsun!
Esmezse eğer bir ezelî nefha, yakında
Yâ Rab, o cehennemle bu tûfan arasında
Toprak kesilip, kum kesilip Âlem-i İslâm;
Hep fışkıracak yerlerin altındaki esnâm!
Bîzâr edecek, korkuyorum, Cedd-i Hüseyn’i
En sonra, salîb ormanı görmek Harameyn’i
Bin üç yüz otuz beş senedir, arz-ı Hicaz’ın
Âteşli muhitindeki sûzişli niyâzın
Emvâcı hurûş-âver olurken melekûta
Çan sesleri boğsun da gömülsün mü sükûta?
Sönsün de, İlâhi, şu yanan meş’al-i vahdet
Teslîs ile çöksün mü bütün âleme zulmet?
Üç yüz bu kadar milyonu canlandıran îman
Olsun mu beş on sersemin ilhâdına kurban?
Enfâs-ı habisiyle beş on rûh-u leimin
Solsun mu o parlak yüzü Kur’an-ı Hakim’in?
İslâm ayak altında sürünsün mü nihâyet?
Yâ Rab, bu ne hüsrandır, İlâhi, bu ne zillet?
Mazlûmu nedir ezmede, ezdirmede mânâ?
Zâlimleri adlin, hani öldürmedi hâlâ
Câni geziyor dipdiri… Can vermede mâsûm
Suç başkasınındır da niçin başkası mahkûm?
Lâ yüs’ele binlerce sual olsa da kurbân;
İnsan bu muammalara dehşetle nigeh-bân!
Eyvâh! Beş on kâfirin îmanına kandık;
Bir uykuya daldık ki: cehennemde uyandık
Mâdâm ki, ey adl-i İlâhi yakacaktın…
Yaksaydın a mel’unları… Tuttun bizi yaktın
Küfrün o sefil elleri âyâtını sildi:
Binlerce cevâmi’ yıkılıp hâke serildi
Kalmışsa eğer bir iki mâbed, o da mürted:
Göğsündeki haç, küfrüne fetvâ-yı müeyyed!
Dul kaldı kadınlar, babasız kaldı çocuklar,
Bir giryede bin ailenin mâtemi çağlar!
En kanlı şenâatle kovulmuş vatanından
Milyonla hayâtın yüreğinden gidiyor kan!
İslâm’ı elinden tutacak, kaldıracak yok…
Nâ-hak yere feryâd ediyor: Âcize hak yok!
Yetmez mi musâb olduğumuz bunca devâhi?
Ağzım kurusun… Yok musun ey adl-i İlâhî!
4 Cemaziyelevvel 1331 – 28 Mart 1329 (1913)
Kıssadan Hisse
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
‘ Tarih ‘ i ‘ tekerrür ‘ diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?
Seyfi Baba
– Seyfi Baba
Hastalanmış, yatıyormuş.
– Nesi varmış acaba?
– Bilmeyiz, oğlu haber verdi geçerken bu sabah.
– Keşki ben evde olaydım… Esef ettim, vah vah!
Bir fener yok mu, verin… Nerde sopam? Kız çabuk ol!
Gecikirsem kalırım beklemeyin… Zîrâ yol
Hem uzun, hem de bataktır…
– Daha a’lâ, kalınız
Teyzeniz geldi, bu akşam, değiliz biz yalınız.
Sopa sağ elde, kırık camlı fener sol elde;
Boşanan yağmur iliklerde, çamur tâ belde.
Hani, çoktan gömülen kaldırımın, hortlayarak;
‘Gel! ‘ diyen taşları kurtarmasa, insan batacak.
Saksağanlar gibi sektikçe birinden birine,
Boğuyordum! müteveffâyı bütün âferine.
Sormayın derdimi, bitmez mi o taşlar, giderek,
Düştü artık bize göllerde pekâlâ yüzmek!
Yakamozlar saçarak her tarafından fenerim,
Çifte sandal, yüzüyorduk, o yüzer, ben yüzerim!
Çok mu yüzdük bilemem, toprağı bulduk neyse;
Fenerim başladı etrâfını tektük hisse.
Vâkıâ ben de yoruldum, o fakat pek yorgun…
Bakıyordum daha mahmurluğu üstünde onun:
Kâh olur, kör gibi çarpar sıvasız bir duvara;
Kâh olur, mürde şuâ’âtı düşer bir mezara;
Kâh bir sakfı çökük hânenin altında koşar;
Kâh bir ma’bed-i fersûdenin üstünden aşar;
Vakt olur pek sapa yerlerde, bakarsın, dolaşır;
Sonra en korkulu eşhâsa çekinmez, sataşır;
Gecenin sütre-i yeldâsını çekmiş, uryan,
Sokulup bir saçağın altına gûyâ uyuyan
Hânüman yoksulu binlerce sefilân-ı beşer;
Sesi dinmiş yuvalar, hâke serilmiş evler;
Kocasından boşanan bir sürü bîçâre karı;
O kopan râbıtanın, darmadağın yavruları;
Zulmetin, yer yer, içinden kabaran mezbeleler:
Evi sırtında, sokaklarda gezen âileler!
Gece rehzen, sabah olmaz mı bakarsın, sâil!
Serserî, derbeder, âvâre, harâmî, kaatil…
Böyle kaç manzara gördüyse bizim kör kandil
Bana göstermeli bir kerre… Niçin? Belli değil!
Ya o bîçâre de râhmet suyu nûş eyliyerek,
Hatm-i enfâs edivermez mi hemen ‘cız! ‘ diyerek?
O zaman sâmi’anın, lâmisenin sevkıyle
Yürüyen körlere döndüm, o ne dehşetti hele!
Sopam artık bana hem göz, hem ayak, hem eldi…
Ne yalan söyliyeyim kalbime haşyet geldi.
Hele yâ Rabbi şükür, karşıdan üç tâne fener
Geçiyor… Sapmıyarak doğru yürürlerse eğer,
Giderim arkalarından… Yolu buldum zâten.
Yolu buldum, diyorum, gelmiş iken hâlâ ben!
İşte karşımda bizim yâr-ı kadîmin yurdu.
Bakalım var mı ışık? Yoksa muhakkak uyudu.
Kapının orta yerinden ucu değnekli bir ip
Sarkıtılmış olacak, bir onu bulsam da çekip
Açıversem… İyi amma kapı zâten aralık…
Gâlibâ bir çıkan olmuş… Neme lâzım, artık
Girerim ben diyerek kendimi attım içeri,
Ayağımdan çıkarıp lâstiği geçtim ileri.
Sağa döndüm, azıcık gitmeden üç beş basamak
Merdiven geldi ki zorcaydı biraz tırmanmak!
Sola döndüm, odanın eski şayak perdesini,
Aralarken kulağım duydu fakîrin sesini:
– Nerde kaldın? Beni hiç yoklamadın evlâdım!
Haklısın, bende kabâhat ki haber yollamadım.
Bilirim çoktur işin, sonra bizim yol pek uzun…
Hele dinlen azıcık anlaşılan yorgunsun.
Bereket versin ateş koydu demin komşu kadın…
Üşüyorsan eşiver mangalı, eş eş de ısın.
Odanın loşluğu kasvet veriyor pek, baktım
Şu fener yansa, deyip bir kutu kibrit çaktım.
Hele son kibriti tuttum da yakından yüzüne,
Sürme çekmiş gibi nûr indi mumun kör gözüne!
O zaman nîm açılıp perde-i zulmet, nâgâh,
Gördü bir sahne-i üryân-ı sefâlet ki nigâh,
Şâir olsam yine tasvîri otur bence muhâl:
O perîşanlığı derpîş edemez çünkü hayâl!
Çekerek dizlerinin üstüne bir eski aba,
Sürünüp mangala yaklaştı bizim Seyfı Baba.
– Ihlamur verdi demin komşu… Bulaydık, şunu, bir…
– Sen otur, ben ararım…
– Olsa içerdik, iyidir…
Aha buldum, aramak istemez oğlum, gitme…
Ben de bir karnı geniş cezve geçirdim elime,
Başladım kaynatarak vemeye fincan fincan,
Azıcık geldi bizim ihtiyarın benzine kan.
– Şimdi anlat bakalım, neydi senin hastalığın?
Nezle oldun sanırım, çünkü bu kış pek salgın.
– Mehmed Ağ’nın evi akmış. Onu aktarmak için
Dama çıktım, soğuk aldım, oluyor on beş gün.
Ne işin var kiremitlerde a sersem desene!
İhtiyarlık mı nedir, şaşkınım oğlum bu sene.
Hadi aktamıyayım… Kim getirir ekmeğimi?
Oturup kör gibi, nâmerde el açmak iyi mi?
Kim kazanmazsa bu dünyâda bir ekmek parası:
Dostunun yüz karası; düşmanının maskarası!
Yoksa yetmiş beşi geçmiş bir adam iç yapamaz;
Ona ancak yapacak: Beş vakit abdestle namaz.
Hastalandım, bakacak kimseciğim yok; Osman
Gece gündüz koşuyor iş diye, bilmem ne zaman
Eli ekmek tutacak? İşte saat belki de üç
Görüyorsun daha gelmez… Yalınızlık pek güç.
Ba’zı bir hafta geçer, uğrayan olmaz yanıma;
Kimsesizlik bu sefer tak dedi artık canıma!
– Seni bir terleteyim sımsıkı örtüp bu gece!
Açılırsın, sanırım, terlemiş olsan iyice.
İhtiyar terliyedursun gömülüp yorganına…
Atarak ben de geniş bir kebe mangal yanına,
Başladım uyku teharrîsine, lâkin ne gezer!
Sızmışım bir aralık neyse yorulmuş da meğer.
Ortalık açmış, uyandım. Dedim, artık gideyim,
Önce amma şu fakîr âdemi memnûn edeyim.
Bir de baktım ki: Tek onluk bile yokmuş kesede;
Mühürüm boynunu bükmüş duruyormuş sâde!
O zaman koptu içimden şu tehassür ebedî:
Ya hamiyyetsiz olaydım, ya param olsa idi!
Edirne
Şu zirvesinde biten simsiyah ağaç da salib
Murad-ı evveli koynunda gezdiren tepeler
Nasıl rüku ediyor Ferdinand’a bak bu sefer
Bizim midir sanıyorsun şu yükselen bayrak?
Çeken Savof, Lala Şahin değil kuzum, iyi bak
Edirne! İşte o islamın ahenin suru
Edirne! İşte o şarkın cebin-i mağruru
İkinci aşr-ı tealisi Al-i Osman’ın
Birinci mevki-i feyyazı belki dünyanın
Edirne! İşte o şarkın demir kilidi
Sefil ayakları altında Bulgar’ın şimdi
Muzaffer ordusu hakkıyla(!) intikam alıyor
Kadın, kız, çoluk, çocuk, erkek ne bulsa parçalıyor
Bu katliama da razıyım ihtiram olsa
Harim-i dini de geçtik harim-i namusa
Şu dört minareli cami ki yoktu hiçbir eşi
Ki parlıyordu hilalinde sanatın güneşi
Salibi sineye çekmiş de bekliyor.Nevmid
Nevruz’a
İhtiyar amcanı dinler misin, oğlum, Nevruz?
Ne büyük söyle, ne çok söyle; yiğit işde gerek.
Lafı bol, karnı geniş soyları taklid etme;
Sözü sağlam, özü sağlam, adam ol, ırkına çek.
Hilvan, 15 Teşrînisânî 1348
(15 Kasım 1932)
İsmi Olmayan Şiirler 6
Kim Muslumanlarin derdini kendine mal etmezse
onlardan degildir.’
Hadis-i Serif
Muslumanlik nerde! Bizden gecmis insanlik bile…
Adem aldatmaksa maksad, aldanan yok, nafile!
Kac hakiki musluman gordumse, hep makberdedir;
Muslumanlik, bilmem amma, galiba goklerdedir;
istemem, dursun o payansiz mefahir bir yana…
Gosterin ecdada az cok benziyen kan bana!
isterim sizlerde gormek irkinizdan yadigar,
Cok degil, ancak necip evlada layik tek siar.
Varsa sayet, soyleyin, bir parcacik insafiniz:
Boyle kansiz miydi -hasa- kahraman eslafiniz?
Boyle dusmus muydu herkes ayrilik sevdasina?
Benzeyip sirazesiz bir mushafin eczasina,
Hic gorulmus muydu olsun kayd-i vahdet tarumar?
Boyle olmus muydu millet canevinden rahnedar?
Boyle acliktan bogazlar miydi kardes kardesi?
Boyle adet miydi bi-perva, yemek insan lesi?
Irzimizdir cignenen, evladimizdir dogranan…
Hey sikilmaz, aglamazsan, bari gulmekten utan! …
‘His’ denen devletliden olsaydi halkin behresi:
Payitahtindan bugun tasmazdi sarhos naresi!
Kurd uzaklardan bakar, dalgin gorurmus merkebi.
Saldirimis ansizin yaydan bosanmis ok gibi.
Lakin, ask olsun ki, aldirmaz otlarmis esek,
Sanki tavsanmis gelen, yahut kiliksiz kostebek!
Kar sayarmis bir tutam ot fazla olsun yutmayi…
Hasmi, derken, cullanirmis yutmadan son lokmayi! …
Bu hakikattir bu, sasmaz, bildigin usluba sok:
Halimiz merkeple kurdun ayni, asla farki yok.
Burnumuzdan tuttu dusman; biz bogaz kaydindayiz;
Bir bakin: hala mi hala ihtiras ardindayiz!
Saygisizlik elverir… Bir parca olsun arlanin:
Vakti coktan geldi, hem gecmektedir arlanmanin!
Davranin haykirmadan nakus-u izmihaliniz…
Oyle bir buhrana sapmistir ki, zira, halimiz:
Zevke dalmak soyle dursun, vaktiniz yok mateme!
Davranin zira gulunc olduk butun bir aleme,
Beklesirken gokte yuz binlerce ervah, intikam;
Yerde kalmis, na’sa benzer kavm icin durmak haram! …
Kahraman ecdadinizdan sizde bir kan yok mudur?
Yoksa, istikbalinizden korkulur, pek korkulur.
Müslümanlık Nerde
Müslümanlık nerde! Bizden geçmiş insanlık bile…
Adem aldatmaksa maksad, aldanan yok, nafile!
Kaç hakiki müslüman gördümse, hep makberdedir;
Müslümanlık, bilmem amma, galiba göklerdedir;
İstemem, dursun o payansız mefahir bir yana…
Gösterin ecdada az çok benziyen kan bana!
İsterim sizlerde görmek ırkınızdan yadigar,
Çok değil, ancak Necip evlada layık tek şiar.
Varsa şayet, söyleyin, bir parçacık insafınız:
Böyle kansız mıydı -haşa- kahraman ecdadınız?
Böyle düşmüş müydü herkes ayrılık sevdasına?
Benzeyip şirazesiz bir mushafın eczasına,
Hiç görülmüş müydü olsun kayd-i vahdet tarumar?
Böyle olmuş muydu millet canevinden rahnedar?
Böyle açlıktan boğazlar mıydı kardeş kardeşi?
Böyle adet miydi bi-perva, yemek insan leşi?
Irzımızdır çiğnenen, evladımızdır doğranan…
Hey sıkılmaz, ağlamazsan, bari gülmekten utan! …
“His” denen devletliden olsaydı halkın behresi:
Payitahtından bugün taşmazdı sarhoş naresi!
Kurd uzaklardan bakar, dalgın görürmüş merkebi.
Saldırırmış ansızın yaydan boşanmış ok gibi.
Lakin, aşk olsun ki, aldırmaz otlarmış eşek,
Sanki tavşanmış gelen, yahut kılıksız köstebek!
Kâr sayarmış bir tutam ot fazla olsun yutmayı…
Hasmı, derken, çullanırmış yutmadan son lokmayı! …
Bu hakikattir bu, şaşmaz, bildiğin usluba sok:
Halimiz merkeple kurdun aynı, asla farkı yok.
Burnumuzdan tuttu düşman; biz boğaz kaydındayız;
Bir bakın: hala mı hala ihtiras ardındayız!
Saygısızlık elverir… Bir parça olsun arlanın:
Vakti çoktan geldi, hem geçmektedir arlanmanın!
Davranın haykırmadan nakus-u izmihaliniz…
Öyle bir buhrana sapmıştır ki, zira, halimiz:
Zevke dalmak söyle dursun, vaktiniz yok mateme!
Davranın zira gülünç olduk bütün bir aleme,
Bekleşirken gökte yüz binlerce ervah, intikam;
Yerde kalmış, naşa benzer kavm için durmak haram! …
Kahraman ecdadınızdan sizde bir kan yok mudur?
Yoksa, istikbalinizden korkulur, pek korkulur.
Tükürün
Gitme ey yolcu, beraber oturup ağlaşalım:
Elemim bir yüreğin kârı değil paylaşalım:
Ne yapıp ye’simi kahreyleyeyim bilmem ki?
Öyle dehşetli muhîtimde dönen mâtem ki!
Ah! Karşımda vatan nâmına bir kabristan
Yatıyor şimdi Nasıl yerlere geçmez insan?
Şu mezarlar ki, uzanmış gidiyor, ey yolcu,
Nereden başladı yükselmeye, bak, nerede ucu!
Bu ne hicrân-ı müebbed, bu ne hüsrân-ı mübîn
Ezilir rûh-i semâ, parçalanır kalb-i zemin!
Azıcık kurcala toprakları, seyret ne çıkar:
Dipçik altında ezilmiş, parçalanmış kafalar!
Bereden reng-i hüviyetleri uçmuş yüzler!
Kim bilir hangi şenaatle oyulmuş gözler!
«Medeniyet» denilen vahşete lânet eder,
Nice yekpâre kesilmiş de sırıtmış dişler!
Süngülenmiş, kanı donmuş nice binlerle beden!
Nice başlar, nice kollar ki, cüdâ cisminden!
Beşiğinden alınıp parçalanan mahlûkât;
Sonra nâmusuna kurban edilen bunca hayat!
Bembeyaz saçları katranlara batmış dedeler!
Göğsü baltayla kırılmış memesiz vâlideler!
Teki binlerce kesik gözdeye âid kümeler:
Saç, kulak, el, çene, parmak Bütün enkaz-ı beşer!
Bakalım, yavrusu uğrar mı, deyip, karnından,
Canavarlar gibi şişlerde kızarmış nice can!
İşte bunlar o felâket-zedelerdir ki, düşün,
Kurumuş ot gibi doğrandı bıçaklarla bütün!
Müslümanlıkları bîçârelerin öyle büyük
Bir cinâyet ki: Cezâlar ona nisbetle küçük!
Ey bu toprakta birer nâş-ı perişan bırakıp
Yükselen, mevkib-i ervâh! Sakın arza bakıp
Sanmayın: Şevk-ı şehâdetle coşan bir kan var
Bizde leşten daha hissiz, daha kokmuş can var!
Bakmayın, hem tükürün çehre-i murdarımıza!
Tükürün: Belki biraz duygu gelir ârımıza!
Tükürün cebhe-i lâkaydına Şark’ın, tükürün!
Kuşkulansın, görelim, gayreti halkın, tükürün!
Tükürün milleti alçakça vuran darbelere!
Tükürün onlara alkış dağıtan kahbelere!
Tükürün Ehl-i Salîb’in o hayasız yüzüne!
Tükürün onların aslâ güvenilmez sözüne!
Medeniyet denilen maskara mahlûku görün:
Tükürün maskeli vicdânına asrın, tükürün!
Hele İ’lanı zamanında şu mel’ul harbin,
“Bize Efkar-ı umumumiyesi lazım Garb’ın”;
Oda ALLAHI bırakmakla olur herzesini,
Halka iman gibi telkin ile, dinin sesini
Susturan aptalın idrakine bol bol tükürün
Yine hicran ile çılgınlıgın üstünde bu gün,
Bana Vahdet gibi bir yar-ı musaid lazım
Artık ey yolcu bırak, ben yanlız ağlayayım
Hasta
“Vak’a Halkalı Zira: at Mektebi’ nde geçmişti”
– Bence Doktor, onu siz soyarak dinleyiniz;
Hastalık çünkü değil öyle ehemmiyetsiz.
Sade bir nezle-i sadriyyemi illet? Nerede?
Çocuğun hali fenalaştı son günlerde,
Ameliyata çıkarken sınıf on gün evvel,
Bu da gelmez mi? Dedim ‘Kim dedi, oğlum sana gel?
Nöbet üstünde adam kaçmalı yorgunluktan;
Hadi yavrum, hadi söz dinle de bir parça uzan.’
O zamandan beridir za’fi terakki ediyor;
Görünen: bir daha kalkınması artık pek zor;
Uyku yokmuş; gece hep öksürüyormuş; ateşin
Oluyormuş biraz dindiği
– Ben zaten işin,
Bir ay evvel biliyordum ne vahim olduğunu
Bana ihtara ne hacet, a beyim. Simdi bunu?
Maamafih yeniden bakalım dikkatle:
Hükmü kat’ i verelim, etmeye gelmez acele.
– Çağırın hastayı gelsin.
– Kapının perdesini,
Açarak girdi o esnada düzeltip fesini,
Bir uzun boylu çocuk.. Lakin o bir levha idi..!
Öyle bir levha-i rikkat ki unutmam ebedi,
Rengi uçmuş yüzünün, gözleri çökmüş içeri.
Elmacıklar iki baştan çıkıvermiş ileri.
O şakaklar göçerek cepheyi yandan sıkmış;
Fırlamış alnı, damarlarla beraber çıkmış,
Bet-beniz kül gibi olmuş uçarak nur-i şebâb;
O yanaklar iki solgun güle dönmüş, bitâb!
O dudaklar morarıp kavlamış artık derisi;
Uzamış saç gibi kirpiklerinin her birisi!
Kafa yük gibi kesilip boynuna, çökmüş bağrı;
İki değnek gibi yükselmiş omuzlar yukarı.
– Otur oğlum seni dikkatlice bir dinleyelim …
Soyun evvelce, fakat …
– Siz soyunuz yok halim!
Soydu bîçâreyi üç-beş kişi birden, o zaman
Aldı bir heykeli uryân-i sefalet meydan
Yok bu kemik külçesinin dinlenecek bir ciheti:
‘ Bakmasak hastayı nevmid ederiz belki ‘ diye;
Çocuğun göğsüne yaklaştım biraz dinlemeye:
Öksür Oğlum … Nefes al…Oldu, giyin;
Bakayım nabzına… A’ la… Sana yavrum, kodein
Yazayım, öksürüyorsun, O, keser, pek iyidir…
Arsenik hapları al, söylerim eczacı verir.
Hadi git, kendine iyi bak…
– Nasıl ettin doktor?
– Edecek yok, çocuk artık yola girmiş, gidiyor!
Sol taraftan rienin zirvesi tekmil çürümüş;
Hastalık seyr-i tabiisini almış yürümüş.
Devri salisteki asarı o mel’un marazin Var tamamıyle, değil hiçbir eksik arazin.
Bütün a’raz, sehikiyle, zefiriyle…
– Yeter!
Hastanın çehresi meydan da! İnsanda meğer
Olmasın his denilen şey.. O değil, lakin biz
Bunu ‘ Tebdil-i hava ‘ derde nasıl göndeririz?
Surda üç-beş günü var.. Gönderelim Yolda ölür….
‘ Git! ‘ demek, hem, düşünürsek ne büyük bir zuldür!
Hadi göndermeyelim.. Var mı fakat imkanı?
Kime dert anlatırız? Bulsan a derdi anlayanı!
– Sözünüz doğru, Müdür bey; ne yapıp yapmalı; tek
Bu çocuk gitmelidir. Çünkü eminim, pek pek,
Daha bir hafta yasar, sonra sirayet de olur;
Böyle bir hastayı gönderse de mektep ma’zur.
– Bir mübaşşir çağırın.
– Buyrun efendim.
– Bana bak:
Hastanın gitmesi herhalde muvafık olacak.
‘ Sana tebdil-i hava tavsiye etmiş doktor.
Gezmiş olsan açılırsın..’ diye bir fikrini sor.
‘ İstemem! ‘ de o fakat dinleme, iknaa çalış;
Kim bilir, belki de biçare çocuk anlamamış?
– Şimdi tebdil-i hava var mı benim istediğim?
Bırakın halime artık beni, rahat öleyim!
Üç buçuk yıl bana katlandı bu mektep, üç gün
Daha katlansa kıyamet mi kopar? Hem ne içün
Beni yıllarca barındırmış olan bir yerden.
‘ Öleceksin! ‘ diye koğmak? Bu koğulmaktır. Ben,
Kimsesiz bir çocuğum nerde gider yer bulurum?
Etmeyin sokaklarda perişan olurum!
Anam ölmüş babamın bilmiyorum hiç yüzünü;
Sanki atideki mevhum refahım giderek,
Onu çalkandığı hüsranlar, içinden çekecek!
Kardeşim kurduğun amali devirmekte ölüm;
Beni göm hurfe-i nisyana, ben artık öldüm!
Hangi bir derdim için ağlıyayım, bilmiyorum.
Döktüğüm yaşları çok görmeyiniz; mağdurum!
O kadar sa’y-i beliğin bu sefalet mi sonu?
Biri evvelce eğer söylemiş olsaydı bunu,
Çalışıp ömrümü çılgınca heba etmezdim,
Ben bu müstakbele mazimi feda etmezdim!
Merhamet bilmeyen insanlara bak, Yarabbi,
Koğuyorlar beni bir sail-i avere gibi!
– Seni bir kerre koğan yok, bu sözün pek haksız.
‘ İstemem yollamayın ‘ dersen eğer, kal, yalnız..
Hastasın..
– Hem Verem’im! Söyle, ne var saklayacak!
– Yok canim, öyle değil…
– Öyle ya herkes ahmak,
Bırakırlar mi, eğer gitmemiş olsam acaba?
Doğrudur gitmeliyim.. Koşturunuz bir araba.
Son sınıftan iki vicdanlı refikin koluna
Dayanıp çıktı o biçare, sefalet yoluna.
Atarak arkaya bir lemba-i lebriz-i elem, Onu teb’id edecek paytona yaklaştı ‘ Verem’!
Tuttu bindirdi çocuklar sararak her yerini,
Öptüler girye-i matem dökerek gözlerini;
– Çekiver doğruca istasyona ….
– Yok, yok, beni ta,
Götür İstanbul’a bir yerde bırak ki; guraba,
– Kimsenin onlara aldırmadığı bir sırada –
Uzanıp ölmeye bir şilte bulurlar orada!
Necid Çöllerinde
Şu halime bak
Nasıl ki bağrı yanar gün kızınca sahranın,
Benim de ruhumu yaktıkça yaktı hicranın.
Hârimi Pâkine can atmak istedim durdum,
Gerildi karşıma yıllarca ailem yurdum.
Tahammül et dediler, hangi bir zamana kadar,
Ne bitmez olsa tahammül, onun da bir sonu var.
Gözümde tüttü bu andıkça yandığım toprak,
Önümde durmadı artık ne hanuman ne ocak.
Yıkıldı hepsi, ben aştım diyar-ı Sudan’ı,
Üç ay tihame deyip çiğnedim beyebanı.
Kemiklerim bile yanmıştı belki sahrada,
Yetişmeseydin eğer Ya Muhammed imdada.
Eserdi kumda yüzerken serin serin nefesin,
Akarsular gibi çağlardı her tarafta sesin.
İradem olduğu gündür senin iradene râm,
Bir an olsun yollarda durmak bana oldu haram.
Bütün hayakil-i hilkat ile hasbihal ettim,
Leyâle derdimi döktüm, cibali söylettim.
Yanıp tutuşmadan yummadım gözümü,
Nücuma sor ki bu kirpikler uyku görmüş mü?
Azab-ı Hecrine katlandım elli üç senedir,
Sonunda anlıma çarpan bu zalim örtü nedir?
Üç beş sineyi hicran içinde inleterek,
Çıkan yüreklere husran mı, merhamet mi gerek.
Demir nikabını kaldır mezarı pâkinden,
Bu hasta ruhumu artık, ayırma hakinden.
nedir o meşale, nurun mu ya Resulallah
Sükûn içinde bir an geçti, sonra kısa bir âh….
Kosova
Sen misin yoksa hayalin mi vefasız kosova
Hani binlerce mefahirdi senin her adımın
Hani sinende yarıp geçtiği yol Yıldırım’ın
Hani asker, hani kalbinde yatan şah-ı şehid
Söyle Meşhed öpeyim secde edip toprağını
Yokmudur Murad’ın sende iki üç damla kanı
Şark
Musallat, hiç göz açtırmaz da Garb’ın kanlı kâbûsu,
Asırlar var ki, İslâm’ın muattal, beyni, bâzûsu.
«Ne gördün, Şark’ı çok gezdin? » diyorlar. Gördüğüm: Yer yer,
Harâb iller; serilmiş hânümanlar; başsız ümmetler;
Yıkılmış köprüler; çökmüş kanallar; yolcusuz yollar;
Buruşmuş çehreler; tersiz alınlar; işlemez kollar;
Bükülmüş beller; incelmiş boyunlar; kaynamaz kanlar;
Düşünmez başlar; aldırmaz yürekler; paslı vicdanlar;
Tegallübler, esâretler; tehakkümler, mezelletler;
Riyâlar; türlü iğrenç ibtilâlar; türlü illetler;
Örümcek bağlamış, tütmez ocaklar; yanmış ormanlar;
Ekinsiz tarlalar; ot basmış evler; küflü harmanlar;
Cemâ’atsiz imamlar; kirli yüzler; secdesiz başlar;
«Gazâ» nâmıyle dindaş öldüren bîçâre dindaşlar;
Ipıssız âşiyanlar; kimsesiz köyler; çökük damlar;
Emek mahrûmu günler; fikr-i ferdâ bilmez akşamlar! …..
Geçerken, ağladım geçtim; dururken, ağladım durdum;
Duyan yok, ses veren yok, bin perîşan yurda başvurdum.
Mezarlar, âhiretler, yükselen karşında dûrâdûr;
Ne topraktan güler bir yüz, ne göklerden güler bir nûr!
Derinlerden gelir feryâdı yüz binlerce âlâmın;
Ufuklar bir kızıl çenber, bükük boynunda İslâm’ın!
Göğüsler hırlayıp durmakta, zincirler daralmakta;
Bunalmış kalmış üç yüz elli milyon cansa gırtlakta!
* * *
İlâhî! Gördüğüm âlem mi insâniyyetin mehdi?
Bütün umrânı târîhin bu çöllerden mi yükseldi?
Şu zâirsiz bucaklar mıydı vahdâniyyetin yurdu?
Bu kumlardan mı, Allâh’ım, nebîler fışkırıp durdu?
Henüz tek berk-ı îman çakmadan cevvinde dünyânın,
Bu göklerden mi, yâ Rab, coştu, sağnak sağnak, edyânın?
Serendib’ler şu sâhiller mi? Cûdî’ler bu dağlar mı?
Bu iklîmin mi İbrâhîm’e yol gösterdi ecrâmı?
Harem’ler, Beyt-i Makdis’ler bu topraktan mı yoğruldu?
Bu vâdîler mi dem tuttukça bîhûş etti Dâvûd’u?
Hirâ’lar, Tûr-i Sînâ’lar, bu âfâkın mı şehkârı?
Bu taşlardan mı, yer yer, taştı Rûhullâh’ın esrârı?
* * *
Cihânın Garb’ı vahşet-zâr iken, Şark’ında, Karnak’lar,
Herem’ler, Sedd-i Çin’ler, Tâk-ı Kisrâ’lar, Havernak’lar,
İrem’ler, Sûr-i Bâbil’ler semâ-peymâ değil miydi?
O mâzîler, İlâhî, bir yıkık rü’yâ mıdır şimdi?
Ne yapsın, nâ-ümîd olsun mu Şark’ın intibâhından,
Perîşan rûhumuz, hâib, dönerken bâr-gâhından?
Bu haybetten usandık biz, bu hüsrân artık elversin!
İlâhî! Nerde bir nefhan ki, donmuş hisler ürpersin,
Serilmiş sîneler kâbûsu artık silkip üstünden,
«Hayat elbette hakkımdır! » desin, dünyâ «değil! » derken?
İstanbul, 19 Eylül 1334 (1918)
Said Paşa İmâmı
Coşar âvîzeler artık, köpürür kandiller;
Bu ışık çağlayanından bütün âfâk inler!
Yalının cebhesi, Ülker gibi, baştan başa nûr;
Nîm açık pencereler, reng ü ziyâdan mahmûr.
Al, yeşil, mâvi fenerlerle donanmış kıyılar;
Serv-i sîmînler atılmış suya, titrer par par.
Dalgalardan seken üç çifte kayıklar sökerek,
Süzülür sâhile, şâhin gibi, yüzlerce kürek.
Bir taraftan bu akın yükseledursun karaya;
Bir taraftan dökülür öndeki saflar saraya.
Rıhtımın taşları, zümrüt gibi, Îran halısı:
Suda bitmiş çemen, üstünde de Sultan Yalısı!
Renk renk açmış o başlar, biriken mahşere bak:
Fes, arâkiyye, sarık, yazma, bürümcük, yaşmak,
Taylasan, takke, nazarlıklı hotoz, âbânî,
Mâvi boncuk, oyanın türlüsü, dal dal yemeni…..
Ama birçokları da’vetli değilmiş, kime ne?
Bu açılmaz kapılar, şimdi, açık her gelene.
Avlu, dış bahçe, harem bahçesi, taşlık, yer yer,
Medd ü cezrin ebedî sâhası: Boy boy siniler,
Ki donandıkça o başlarla, hemen, çepçevre,
Tablalar, aydede çıkmış gibi, başlar devre!
Yayılır baygın, ılık bir buğu, bir tatlı duman;
Çözülür büsbütün âvâre sinirler o zaman.
Kafalar tütsüyü aldıkça döner, mest-i hayât;
İki el bir baş için, kim kime artık? Heyhât!
Orta katlar, sofalar, belli ki da’vetlilere:
Sofralar tahtanın üstünde değil bir kerre;
Bir de, oldukça merâsimle mükellef huzzâr;
Sonra, kalkıp oturanlar bütün ashâb-ı vakàr.
Yatsı bir hayli geçer, çifte ezanlar verilir;
Yazma seccâdeler artık yere, boy boy, serilir.
Doğrulur Kıble’ye herkes, kılınır şimdi namaz;
Derken «âmin! » çekilip arz edilir Hakk’a niyaz.
— Başlayın Mevlid’e!
— Lâkin, hani? Mevlid-han yok!
— Sordurun!
— Hiç de gören bir kişi, bir tek can yok!
— Üsküdar’dan gelecek sözde, olur şey mi ki bu?
Bâri söz verme…
— Adam sen de, bırak meczûbu!
— Bence aynıyle kerâmet delinin gelmediği:
Şu ilâhîcilerin hepsi okur ondan iyi.
— Bilemem.
— Dinlediniz şimdi…
— Evet, çok yüksek…
Ama hazretle kıyâs etmeye gelmez.
— Ne demek?
— O anaç bülbüle eş beslemez artık yuvalar.
— Pek uçurdun, a beyim!
— Yok, ben uçurmam, o uçar.
Sâde bir gelse… Fakat gelmedi, bilmem ki neden?
— Beklemek nâfile, hâlâ ne gelen var, ne giden!
— Harem ağsında haber…
— Anlayabilsek, ne diyor?
— Okuyun, beklemeyin emrini tebliğ ediyor.
Gâlibâ Vâlide Sultan gazab etmiş hocaya…
— Gazab ettiyse, çanak tuttu herif, doğrusu ya.
Bir saray halkını -sultanla berâber- hiçe say;
Bunca da’vetliyi, da’vetsizi beklet bir alay;
«Oyun ettim size; hey sersem adamlar! » diye, gül!
Çekilir nağme değil… Neymiş, anaçmış bülbül!
— Kim bilir, özrü mü var?
Dinleyemem varsa bile!
Başlanır Mevlid’e mu’tâd olan âdâbıyle;
Önce tevhîd okunur, gaşy ile dinler herkes.
O, güzel, sonra, müessir, sekiz on parlak ses,
Kimi yerlerde ilâhî, kimi yerlerde durak;
Kimi yerlerde cemâ’atle beraber coşarak,
Kalan üç bahri terennümle, çekerken «âmîn! »
Ta uzaklarda çakar zulmet içinden bir enîn.
Gecenin kalbi durur; ürperir inler, cinler;
Açılan pencereler, göz kulak olmuş, dinler.
O enîn karşıki sâhilden açılmaz mı biraz,
Sûr-i Mahşer gibi sesler çıkarır, şimdi, Boğaz!
Tutuşur, cebhe-i Sînâ’ya döner, sîne-i cev:
Sanki yüzlerce yanık ney savurur, yer yer, alev!
Kayalardan, kıyılardan bir ateştir çağlar:
Lâhn-i Dâvûd ile inler yine gûyâ dağlar!
Âh o kudsî nefes eşbâha ederken sereyan,
-Karalar vecd ile pür-cûş, sular pür-galeyan-
Dem çekip, dem tutarak etmeye başlar feryâd,
Boğaz’ın her tarafından bir İlâhî inşâd:
«Sultân-ı Rusül, Şâh-ı Mümecced’sin, efendim!
Bîçârelere devlet-i sermedsin, efendim!
Menşûr-i «Le amrük»le müeyyedsin efendim!
Dîvân-ı İlâhî’de ser-âmedsin, efendim!
Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin, efendim!
Hak’tan bize Sultân-ı Müeyyed’sin, efendim! »
………………………………………………………………
Kesilir, gitgide, tedrîc ile sesler artık,
Aktarır sâhile mevlidciyi bir köhne kayık.
Koşarak, doğruca mâbeyne alır karşı çıkan;
«Nerde kaldın, hoca? der, Vâlide Sultan o zaman,
Sen de kalleşlik edersen, bize eyvahlar ola! »
— Henüz akşamdı ki, gelsem diye, düştüm de yola,
Yürüdüm haylice… Derken -hele sen kısmete bak! –
Öteden karşıma bir yaşlıca hâtun çıkarak,
«Azıcık dursana, oğlum! » dedi. Durdum, nâçar.
— Göğsün îmanlıya benzer, sana bir hizmet var,
Ama reddetme ki, zâten beni mahvetmiş ölüm:
Bir perîşan anayım, dağ gibi evlâd gömdüm!
Kızımın cânı için, bâri bu kırkıncı gece,
Şöyle bir Mevlid okutsam, diyorum, kendimce.
Nasıl etsem? Okuyan çok ya, benim yufka elim…
Hocasın, elbet okursun; hadi oğlum, gidelim.
Ne olur bir yorulursan, hadi, bekletme, günah!
Sen benim yavrumu şâd et ki, rızâen li’llâh,
İki dünyâda azîz eylesin Allah da seni.
Hâtunun sözleri dîvâneye döndürdü beni;
Ne saray kaldı hayâlimde, ne sultan, ne filân;
«Çile dolsun, yürü öyleyse, dedim, oldu olan! »
Size yüzlerce adam Mevlid okur benden iyi,
Ama bîçâre kızın, bağrı yanık, anneciği,
Yoklasın merdini, nâ-merdini, insan diyerek,
Eli yüzlerce heyûlâya deyip boş dönecek!
Fukarânın seneler, belki, siler göz yaşını;
Hangi taş pekse, hemen vurmaya baksın başını,
Elin evlâdına yanmaz parasız bir kimse!
Çâresizdim sizi bekletmede, beklettimse.
— Hoca! der Vâlide Sultan, beni ağlatma, yeter!
Yeniden Mevlid okursun bize, da’vâ da biter.
Hilvan, 15 Haziran 1347 (1931)
İsmi Olmayan Şiirler 1
‘Hürriyeti aldik! ‘ dediler, gaybe inandık;
‘Eyvah, bu bazicede bizler yine yandık! ‘
Cem’iyyete bir fırka dedik, tefrika çıktı:
Sapsağlam iken milletin erkanını yıktı.
‘Turan ili’ namiyle bir efsane edindik;
‘Efsane, fakat, gaye! ‘ deyip az mi didindik?
Kaç yurda veda etmedik artık bu uğurda?
Elverdi gidenler, acıyın eldeki yurda!
istanbul
Kanunuevvel 1334
1918
Pek Hazin Bir Mevlid Gecesi
Yıllar geçiyor ki, yâ Muhammed,
Aylar bize hep muharrem oldu!
Akşam ne güneşli bir geceydi…
Eyvah, o da leyl-i mâtem oldu!
Âlem bugün üç yüz elli milyon
Mazlûma yaman bir âlem oldu!
Çiğnendi harîm-i pâki şer’in;
Nâmûsa yabancı mahrem oldu!
Beyninde öten çanın sesinden
Binlerce minâre ebkem oldu.
Allah için, ey Nebiyy-i mâsûm,
İslâm’ı bırakma böyle bîkes,
İslâm’ı bırakma böyle mazlûm.
(30 mayıs 1330)
Şehidler Âbidesi İçin
Gök kubbenin altında yatar, al kan içinde,
Ey yolcu, şu topraklar için can veren erler.
Hakk’ın bu velî kulları taş türbeye girmez;
Gufrâna bürünmüş, yalınız Fâtiha bekler.
Hilvan, 27 Kânûnievvel 1340
Sabah İskambil Atar Kahvede, Akşam Domine
Köylünün bir şeyi yok, sıhhatı, ahlakı bitik;
Bak o sırtındaki mintan bile tiftik tiftik.
Bir kemik, bir deridir ölmedi kaldıysa diri;
Nerde evvelki refahın ancak onda biri?
Dam çökük, arsa rehin, bahceyi icra ister;
Bir kalem borca bedel faizi defter defter!
Hiç bakım görmediğinden mi nedendir, toprak,
Verilen tohmu da inkar edecek, öyle çorak,
Bire dört aldığı yıl köylü emin ol, kudurur:
Har vurur bitmeyecekmiş gibi, harman savurur.
Uğramaz, gün kavuşur, çitine yahut evine;
Sabah iskambil atar kahvede, akşam domine.
Muhtasar, gayr-i mufid ilmi kadardır dini;
Ne evamir, ne nevahi, secemez hiçbirini.
Namazın semtine bayramlarda uğrar sade;
Hiç su görmez yüzünün düşmanıdır seccade.
Hani, üç beş kişiden fazla musallı arama;
Mescid ambarlık eder, başka ne yapsın, imama!
Okumak bahsini geç, Çünkü o defter kapalı,
Bir redif zabıtı mektepleri debboy yapalı,
Sıtma, fuhuş, içki, kumar, türlü fecayı salgın…
Sonra söylenmiyecek şekli de var hastalığın.
Bir taraftan bulanır levse hesapsız namus;
Bir taraftan serilir toprağa milyonla nufus.
Ressam Haklı
Yeni yaptırdığı köşkün büyücek bir odası
Mutfakta eski resimler ile hep süslensin
Diye ressam aratır hayli zaman bir zengin.
Biri peyda olarak ‘Ben yaparım’ der, kolunu
Sıvayıp akşama varmaz, sekiz arşın salonu
Sıvar ama ne sıvar…Sahibi der:
-Usta bu ne?
Kıpkızıl bir boya çektin odanın her yerine! ..
-Bu resim, askeri basmakta iken Firavun’ un
Kızıl Deniz yarılıp geçmesidir Musa’ nın
-Hani Musa, be adam?
-Çıkmış efendim karaya
-Firavun nerde?
-Boğulmuş.
-Ya bu kan rengi boya?
-Kızıl Deniz, a efendim yeşil olmaz ya bu da!
-Çok güzel levha imiş, doğrusu şenlendi oda! ..
Fatih Kürsüsünde Seçmeler
Birinci zumreyi teskil eden zavalli avam, AVAM: Halktan ilmi irfani
Biraksalar devam edecek tatli uykusuna devam. az olan kimse
Bugun nasibini yerlestirince kursagina;
‘Yarin’ nedir? Onu bilmez, yatar donup sagina.
Yikilsa ars-i hukumet, tikilsa kabre vatan, KABR: Mezar
Vazifesi degil; cunku ‘hepsi Allah’tan! ‘
Ne hukmu var ki, esasen yalanci dunyanin?
Olurse, yan gelip yatacak cennetinde Mevla’nin.
Fena kuruntu degil! Ben derim, sorulsa bana:
‘Kabul ederse cehennem ne mutlu, amca, sana! ‘
……….
ikinci zumreyi teskil eden cemaat ise,
Hayata kuskun olandir ki: saplanip ye’se, YE’S: Umitsizlik
‘Selametin yolu yoktur… Ne yapsalar bosuna! ‘
Demis te hirkayi cekmis butun butun basina.
Bu turlu bir hareket mahz-i kufr olur, zira: MAHZ: Sirf, katiksiz
Talepte amir olurken bir ayetinde Huda;
Buyurdu: ‘Kesmeyiniz ruh-u rahmetimden umid; NEFHA: Guzel koku
Ki musrikin olur ancak o nefhadan nevmid.’ NEVMiD: Umitsiz
Bu bir; ikincisi: ye’sin ne olsa esbabi, ESBAB: Sebebler
Onun atalet-i kulliyedir ki icabi, ATALET: Tembellik
…………. KULLiIE:Tamamiyle
Osmanli(yok olusununun hemen oncesi) ‘daki 4 zumreden 3.cusu
……….
Bu zuppeler acaba hangi cinsin efradi?
kadin desen, geliyor arkasindan erkek adi;
Hayir, kadin degil; erkek desen, nedir o kilik?
Demet demetken o saclar ne muhtasar o biyik?
Sadasi baykusa benzer, hirami saksagana;
Hulasa, zuppe demistim ya, artik anlasan a! …
Fakat bu kukla herif bir buyuk seciyye tasir,
Ki, haddim olmiyarak, ‘Aferin! ‘ desem yarasir.
Nedir mi? Anlatayim: oyle bir metaneti var,
Ki en savulmiyacak ye’si tek birayla savar.
Sinirlerinde teessur denen fenalik yok,
Tabiatinda utanmakla asinalik yok.
Bilirsininiz, hani, insanda bir damar varmis,
Ki yuzsuz omak icin mutlaka o catlarmis,
Nasilsa ‘Rabbim utandirmasin! ‘ duasi alan,
Bu arsizin o damar zaten eksik anlindan!
Cebinde gordu mu uc tane cil kurus nazlim,
Tokatliyan’da satar mutlaka, gider de calim.
Eger dolandirabilmisse istenen parayi;
Gorur mahalleli ta karnavaldan maskarayi!
Beyoglu’nun o mulevves muhit-i fahisine
Dalar gider, takilip bir sefilin pesine.
‘Haya, edeb gibi sozler rusum-u fasidedir;
Vatanla aile, hatta, kuyud-u zaidedir.’
Diyor da hepsine birden kuduzca saldiriyor..
‘Ayip degil mi? ‘ demissin… Acep kim aldiriyor!
Namaz, oruc gibi seylerle yok alis verisi;
Mukaddesat ile eglenmek en birinci isi.
Duyarsaniz ‘kara kuvvet’ bilin ki: imandir.
‘Kitab-i kohne’ de -hasa- Kitab’i Yezdan’dir.
Usenmeden ona Kur’ani anlatirsan eger,
Su ezberindeki esmayi muttasil geveler:
‘Kurun-u maziyeden kalma cansiz evradi
Cekerse, dogru mu yirminci asrin evladi? ‘
Nedir alakasi yirminci asr-i irfanla
Bu saklaban herifin? Anlamam ayip degil a!
Meta’-i fazli mi varmis elinde gosterecek?
Nedir meziyyeti, gorsek de bari ogrensek.
Hayir! Mehasin-i Garb’in birinde yok hevesi;
Rezail, oldu mu lakin, siaridir hepsi!
Butun kebaire (icki, kumar, zina) tiryaki bir kopuk tanirim.
-Ne oldu bilmiyorum simdi, sag degil sanirim-
Kumar, senaatin aksami, irtikap, icki…
Hulasa defter-i a’mali oyle kapkara ki:
Yaninda leyl-i cehennem, sabah-i cennettir!
‘Utanmiyor musun. Ettiklerin rezalettir! ‘
Denirse kendine, milletlerin ekabirini
Sayardi gostererek hepsinin kebairini:
‘Filan icerdi… Filan fuhsa munhemikti…’ diye
Mulevvesatini bir bir rical-i maziye
Izafe etmeye baslardi paye vermek icin.
‘Peki! Fezaili yok muydu soylediklerinin? ‘
Diyen cikarsa ‘muverrihlik etmedim! ‘ derdi.
Su zuppeler de, bugun ayni ruhu gosterdi.
Fransiz’in nesi var? Fuhsu, bir de ilhadi;
Kapiti bunlari ‘yirminci asrin evladi! ‘
Ya Alman’in nesi var zevki oksayan? Birasi;
Unuttu ayrani, ma’tuda dondu kahrolasi!
Heriflerin, hani dunya kadar bedayii var:
Ulumu var, edebiyyati var, sanayii var.
Giden birer avuc olsun getirse memlekete;
Doner muhitimiz elbet muhit-i ma’rifete.
Kucak kucak tasiyor olmadik mesaviyi;
Begenmesek ‘medeniyyet! ‘ diyor; inandik iyi!
‘Ne var, biraz da maarif getirmis olsa…’ desek
Emin olun size ‘hammallik etmedim? ‘ diyecek.
Oğlum, Bu Temenni Neye Benzer, Bana Bak
Oğlum,bu temenni neye benzer, bana bak:
Eşeklerin canı yükten yanar,aman derler,
Nedir bu çektiğimizderd,çifte çifte semer!
Biriyle uğraşırken gelip çatar öbürü;
Gelir ki taş gibi hain, hem eskisinden iri.
Semerci usta geberseydi…değmeyin keyfe!
Evet,gebermelidir inkisar edin herife.
Zavallı usta göçer bir gün akibet, ancak,
Makaami öyle uzun boylu nerede boş kalacak?
Çırak mı, kalfa mı, kim varsa yaslanır köşeye;
Takım biçer durur artık gelen giden eşeğe.
Adam meğer acemiymiş, semerse haylı hüner;
Sırayla baytarı boylar zavallı merkepler.
Bütün o beller,omuzlar çürür çürür oyulur;
Sonunda her birinin sırtı yemyeşil et olur.
”Giden semerciyi,derler, bulurmuyuz şimdi?
Ya böyle kalfa değil, basbayağı muallimdi.
Nasıl da kadrini vaktıyla bilemedik,tuhaf iş:
Semer değilmiş o rahmetlininki devletmiş! ”
Nasihatim sana:”herzeyle iştigali bırak!
Adamlığın yolu neredeyse, bul da girmeye bak!
Adam mısın: ebediyyen cihanda hürsün gez;
Yular takıp seni bir kimsecik sürükleyemez.
Adam değil misin, oğlum, gönüllüsün semere
Küfür savurma boyun kestiğin semercilere.
Tebrik
İndi âfâka bu akşam, bu mübârek akşam.
Ebedî kandili yandıkça, Hudâ’dan dilerim,
Parlasın dursun o îman senin alnında, Paşam!
Olmaz ya… Tabii…
Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu? –
(Kuran-ı Kerim)
Olmaz ya… Tabii… Biri insan, biri hayvan!
Öyleyse cehalet denilen yüz karasından
Kurtulmaya azmetmeli baştanbaşa millet.
Kâfi değil mi, yoksa bu son ders-i felaket?
Son ders-i felaket neye mal oldu? Düşünsen:
Beynin eriyip yaş gibi damlardı gözünden!
‘Son ders-i felaket’ ne demektir? Şu demektir:
Gelmezse eğer kendine millet, gidecektir!
Zira, yeni bir sadmeye (çarpmaya) artık dayanılmaz;
Zira, bu sefer uyku ölümdür; uyanılmaz!
Coşkun, koca bir sel gibi, daim beşeriyyet,
Müstakbele (geleceğe) koşmakta verip seyrine şiddet.
Dağlar, uçurumlar, ona yol vermemek ister…
Lakin o, ne yüksek ne de alçak demez örter!
Akvam (kavimler, milletler) o büyük nehre katılmış birer ırmak…
Elbet katılır… Hangisi ister geri kalmak?
Bizler ki bu müthiş, bu muazzam cereyanla
Uğraşmaktayız… Bak, ne kadar çılgınız anla!
Uğraş bakalım, yoksa işin, hey şaşkın!
Kurşun gibi sur’atli, denizler gibi taşkın
Bir çağlayanın menba-i dehhaşına (dehşetli kaynağına) doğru
Tırmanmaya benzer, yüzerek, başka değil bu!
Ey katre-i avare (zavallı damla) , bu cuşun, bu huruşun
Ahengine uymazsan, emin ol, boğulursun!
Yıllarca, asırlarca süren uykudan artık,
Silkin de muhitindeki zulmetleri yak, yık!
Bir baksana: gökler uyanık, yer uyanıktır;
Dünya uyanıkken uyumak, maskaralıktır!
Eyvah! Bu zilletlere sensin yine illet…
Ey derd-i cehalet, sana düşmekte bu millet,
Bir hale getirdin ki, ne din kaldı, ne namus!
Ey sine-i islam’a çöken kapkara kâbus,
Ey hasm-ı hakiki (derçek) , seni öldürmeli evvel:
Sensin bize düşmanları üstün çıkartan el!
Ey millet uyan! Cehline kurban gidiyorsun!
İslam’ı da batsın, diye tutmuş ye diyorsun!
Allah’tan utan! bari bırak dini elinden…
Gir leş gibi topraklara kendin, gireceksen!
Lakin, ne demek bizleri Allah ile iskat (susturmak) ?
Allah’tan utanmak da olur, ilim ile… Heyhat!
Süleymaniye Kürsüsünde
Kardeşim Fatîn Hoca’ya
Köprü’den çok geçerim; hem ne kadar geçtimse,
Beni sevk etmedi bir kerrecik olsun ye’se,
Ne Halîc’in o yosun çehreli miskin suları;
Ne onun hilkate küsmüş gibi durgun kenarı!
Herkesin hissi bir olmaz. Meselâ karşıdaki,
Sâhilin, başbaşa vermiş, düşünen, pis, eski,
Ağlamış yüzlü, sakîl evleri durdukça, sizin,
İçinizden acı şeyler geçecek hep… Lâkin,
Bak benim öyle değil… Siz de biraz şâir olun:
Meselâ, geçtiğiniz yalpa yapan tahta yolun,
Cedd-i merhûmu aceb sal mı demekten ne çıkar?
Geliniz farz edelim biz bunu: Sâbih bulvar!
Köprüler asma imiş Avrupa âfâkında…
Varsın olsun, o da bir şey mi? Bizim Şark’ın da,
Böyle daldırma olur… Hem açınız âsârı,
Köprünün nerde görülmüş, hani, tahte’l-bahrı?
Anladım: Ben ne kadar şi’re özensem de, demek,
Seni, ey sevgili kàri’, bu telâkkî, pek pek,
Azıcık güldürecek… Yoksa öbür yanda, hazin,
Bin hakîkat sırıtırken kıyısından denizin,
Diyeceksin ki: «Hayâlin yeri yoktur… Boşuna! »
Ya şu timsâl-i İlâhî de mi gitmez hoşuna?
Öyle ta’zîb-i nigâh eyleme bedbîn olarak,
Bırak etrâfı da, karşında duran ma’bede bak:
Başka bir sâhile gehvâre-i emvâcından,
Böyle şeh-dâne çıkarmış mı yakınlarda zaman?
Ne seher-pâre-i san’at ki ezelden mahmûr…
Leb-i deryâdan uçan bir ebedî hande-i nûr!
Sanki ummân-ı bekànın ezelî bir mevci,
Yükselirken göğe donmuş da kesilmiş inci!
Bu güher-pârenin eb’âd-ı semâvîsinde,
Yorulan dîdelerin hâke neden insin de,
Levse dalsın yeniden? Etme, yazıktır, olmaz;
Garba tevcîh ediver, gel onu sen şimdi biraz:
Dur da, Ma’bûd’una yükselmek için, ilme basan
Ma’bedin hâlini gör, işte serâpâ îman!
Yüce dağlar gibi, âfâka döşerken sâye,
O, bekàdan daha câzib kesilen, âbideye,
Bir nazar zevk-i bedî’îni yeter tatmîne…
Durma öyleyse, urûc et o ziyâ âlemine.
O ziyâ âlemi bilmez ki karanlık ne demek;
O semâvî yuva kirlenmedi, kirlenmeyecek.
Onu i’lâ eden etmiş ebediyyen i’lâ.
Etse dünyâları tûfan gibi levs istîlâ,
Bu, semâlarda yüzen, şâhikanın pâk eteği,
Karşıdan seyredecektir o taşan mezbeleyi.
Yerin altında sinen zelzeleler fışkırsın,
Yerin üstünde ne bulduysa devirsin, kırsın;
Hakkı son sadme-i kahrıyle bitirsin isyan;
Edebin şimdiki ma’nâsına densin «hezeyan»;
Kalmasın, hâsılı, altüst olarak hissiyyât,
Ne yüreklerde şehâmet, ne şehâmette hayât;
Yine kürsî-i mehîbinde Süleymâniyye,
Kalacak, doğruluğun yerdeki tek yurdu diye.
Yıkılır bir gün olur medreseler, ma’bedler;
En temiz yerleri en kirli ayaklar çiğner;
Beşeriyyet yeni bir din tanıyıp ilhâdı,
Beşerin hâfızasından silinir Hakk’ın adı;
Gömülür hufre-i târîhe me’âlî… Lâkin
Yine tek bir taşı düşmez şu Hudâ lânesinin;
Yine insanlığa nâ-mahrem olan bîgâne,
Bu harîmin ebediyyen giremez sînesine;
Yine yâdındaki Mevlâ’yı şu dört tane menâr,
Kalbe merbût birer dil gibi eyler ikrâr;
Yine mâzîye gömülmez bu muazzam çehre:
Leş değildir ki atılsın o umûmî kabre!
Şimdi ey sevgili kàri’, azıcık vaktin eğer,
Varsa -memnûn olacaksın- beni ta’kîb ediver.
Gireriz koynuna, düşsek bile şâyed yorgun,
Karşıdan baktığımız heykel-i nûrânûrun.
Göreceksin: O harîmin ebedî zıllinde,
San’atin rûhunu seyyâl bulut şeklinde.
«Gördüğüm var…» deme! Gel bir de berâber görelim.
Nereden? Haydi Şadırvan Kapısı’ndan girelim:
Bir musanna’ kemer, üstünde kurulmuş Tevhîd;
Daha üstünde bir âyet ki: Hudâ’dan te’yîd,
Emr-i mevkùt-i salâtın bize kat’iyyetine.
Şöyle bir baktı mı insan, kapının hey’etine,
Evvelâ her iki yandan oluyor çehre-nümûn:
Mütenâzır iki mihrâb, iki âzâde sütûn.
Sonra göz yükseliyor doğru yarım kubbelere,
Ki dayanmış biri sağdan, biri soldan kemere.
İstalâktitle donanmış o hazin sîneleri,
Okşayıp nûr-i nazar, geçti mi artık ileri,
Geliyor kısmen açılmış iki heybetli kanat,
Ki te’ârîci, telâfîfi ne müdhiş san’at!
Sanki Mevlâ mütefekkir, kocaman bir beyni,
Açıvermiş bize göstermek için her yerini.
Görüyor şimdi nazar girdi mi derhal içeri:
Aynı eb’âd ile tesbît edilen kubbeleri.
Avlunun sâha-i üryânına bin sâye-i nûr
Döşeyen bunca kemerlerle sütunlarda, vakùr
Bir tenâzur yoruyor görmek için irkileni.
Yalınız iç kapının üstüne yükseltileni,
-Mutlaka medhali göstermek için olmalı ki-
Bir siyâk üzre atılmış, sıralanmış öteki
Kubbelerden daha yüksek, daha vâsi’ duruyor.
Aynı heybetli kanatlar göze tekrar vuruyor.
Aşar aşmaz eşiğinden bu musanna’ bâbın,
Şu yarım kubbe -ki pîrâyesidir mihrâbın-
Çarpıyor çeşm-i temâşâya, asıl kubbe değil.
Buna eş lâzım, evet olmamak olmaz kàbil.
Yoksa ihmâl edilir şey mi tenâzur burada?
İşte tam ondaki eb’âda nazîr eb’âda,
Semt-i re’sinde duran aynı da mâlik, hele bak!
«Bu yarım kubbeler elbette açık durmayacak,
Mutlaka birleşecektir» diye beş hatve kadar
Atıverdin mi, görür kubbeyi hayretle nazar…
Ki dayanmış sanacaksın o yarım kubbelere.
Ama pek doğru değil… Karşıki dört yekpâre
Gıranittir taşıyan başları üstünde onu.
Kahramanlar ki asırlar bükemez bir kolunu!
Ma’bedin şimdiki ta’rîfe bakarsak, az çok,
Müstatîl olması îcâb edecek! Öyle mi? Yok!
Şu, sütunlar ana dîvârına bağlanmak için,
Ara yerlerden atılmış müteaddid kemerin,
Konarak sırtına şâhin gibi durmakta olan,
Kubbeler yok mu ya? Onlar buna vermez meydan.
Nerden îcâb ediyor sonra bu âvâre zehab?
O kadar ince tutulmuş ki tenâzurda hesab:
Hâricen kubbenin üstünden inen hatt-ı mümâs,
Ediyor her iki cânibde tamâmiyle temâs,
Tarafeynindeki san’atli yarım kubbelere.
Artık ey sevgili kàri’, gel otur orta yere,
Cebhe dîvârına bak, camlara bak, minbere bak;
Sonra mihrâb ile mahfillere, kürsîlere bak.
İşte her cebhede, her yerde demâdem görünen,
Lâkin esrâra bürünmüş gibi mübhem görünen,
Seni bîtâb-ı telakkî bırakan âyâtın,
Kalarak mülhem-i âvâresi hissiyyâtın,
Dalgalansın da denizler gibi kalbinde celâl;
Görmesin dîdelerin reng-i sivâ, reng-i zılâl!
Vecde gel; vahdete dal, âlem-i kesretten uzak…
Yalınız Sâni’i gör; san’ati, masnû’u bırak!
Ben de bir yer bularak şöylece tenhâ dalayım,
Varlığımdan geçeyim, mahv-ı temâşâ kalayım.
Ma’bedin cebhe cidârındaki loş pencereler,
Güneşin sırtına bir ince tül atmış, esmer,
Mütemâdî sağıyor dâhile bir gölgeli nûr.
O inen perde-i seyyâl arasından manzûr,
Koca bir mahşer-i îman ki ezelden medhûş…
Sîneler vecd ile pür-cûş, dudaklar hâmûş!
Diz çöküp mermerin üstünde yalın kat hasıra,
Bekliyor hepsi münâcâtı: Onun şimdi sıra.
Esiyor cevv-i mehîbinde bu vahdet-zârın,
Ebedî nefha-i rahmet ki, o binlerce yığın,
Gölge şeklindeki eşbâha teayyün veriyor:
Tepeden tırnağa zerrât-ı vücûd ürperiyor.
İnliyor nâle-i gayret der ü dîvârından,
Dâr duydukça gelen sayhayı deyyârından.
Rûhlar yanmada bî-tâb-ı tecellî kalarak,
Dîdeler nâ-mütenâhî, ebedî müstağrak.
Âkıbet, başladı mahfilde hazin bir feryâd;
Yeniden coştu eninlerle o bî-hûş eb’âd.
Bir de baktım ki: O her saftan uzanmış kollar,
Varacak sanki yarıp boşluğu Mevlâ’ya kadar!
Şimdi üç bin kişinin sîne-i ma’sûmundan,
Kopan «âmîn» sadâsıyle icâbet-lerzan!
Sonra, bir okşanarak titreyen ellerle cibâh;
Döndü kürsîye o âvâre cemâ’at nâgâh.
Kimdi kürsîdeki? Bir bilmediğim pîr amma,
Hiç de bîgâne değil kalbe o câzib sîmâ.
Bembeyaz lihye-i pâkiyle, beyaz destârı,
O mehîb alnı, o pek mûnis olan dîdârı,
Her taraftan kuşatıp, bedri saran hâle gibi,
Ne şehâmet, ne melâhat veriyor, yâ Rabbi!
Hele gözler iki mihrâk-ı semâvîdir ki:
Bir şuâıyla alevlendiriyor idrâki.
Âh o gözlerden inen huzme-i nûrânûrun,
Bağlı her târ-ı füsunkârına bin rûh-i zebun!
— Beni kürsîde görüp, va’zedecek sanmayınız;
Ulemâdan değilim, şeklime aldanmayınız!
Dînin ahkâmını zâten fukahânız söyler,
Anlatırlar size bir müşkiliniz varsa eğer.
Bana siz âlem-i İslâm’ı sorun, söyleyeyim;
Çünkü hiçbir yeri yok gezmediğim, görmediğim.
Şark-ı Aksâ’dan alın, Mağrib-i Aksâ’ya kadar,
Müslüman yurdunu baştan başa kaç devrim var!
Beni yormuştu bu yıllarca süren yolculuğun,
Daha başlangıcı… Lâkin, gebereydim yorgun,
O zaman belki devâm eyleyemezdim yoluma;
Yoksa ârâm edemezdim. Bana zîrâ «Durma,
Yürü, azminde devâm et…» diye vermezdi aman,
Bir sadâ benliğimin fışkırıp a’mâkından.
O sadâ işte benim gayret-i dîniyyemdir,
Coşuvermez mi, içim sanki yanardağ kesilir;
Yeniden davranırım, eğlenemem bir yerde.
Ne cihan kaygusu derman bu devâsız derde;
Ne de can, sonra filân duygusu engel, heyhat!
Can, cihan hepsi de boş, «gâye»dedir varsa hayat.
Bir zamanlar yine İstanbul’a gelmiştim ben.
Hâle baktıkça fakat, ümmetin âtîsinden,
Pek derin ye’se düşüp Rusya’ya geçtim tekrar.
Geçmeseydim edeceklerdi ya zâten icbar!
Sığmıyor en büyük endâzeye işler artık;
Saltanat nâmına, din nâmına bin maskaralık…
Ne felâket, ne rezâletti o devrin hâli!
Başta bir kukla, bütün milletin istikbâli,
İki üç kuklacının keyfine mahkûm olmuş:
Bir siyâset ki didiklerdi, emînim, Karakuş!
Nerde bir maskara sivrilse, hayâsızlara pîr,
Haydi Mâbeyn-i Hümâyûn’a! … Ya bâlâ, ya vezîr!
Ümmetin hâline baktım ki: Yürekler yarası!
Ne bir ekmek yedirir iş; ne de ekmek parası.
Kışla yok, dâire yok, medrese yok, mektep yok;
Ne kılıç var, ne kalem… Her ne sorarsan, hep yok!
Kalmamış terbiye askerde. Nasıl kalsın ki?
Birinin ömrü mülâzımlıkta geçerken öteki,
Daha mektepte iken tayy-ı merâtible ferîk!
Bir müşirlik mi var? Allâhu veliyyü’t-tevfîk!
Hele ilmiyye bayâğdan da aşağ bir turşu!
Bâb-ı Fetvâ denilen dâire ümmî koğuşu.
Anne karnından icâzetlidir, ecdâda çeker;
Yürüsün, bir de sarık, al sana kàdîasker!
Vükelâ neydi ya? Curnalcı, müzevvir, âdî;
Ne Hudâ korkusu bilmiş, ne utanmış ebedî,
Güç okur, hiç yazamaz bir sürü hırsız çetesi…
Hani, can sağlığıdır doğrusu bundan ötesi!
Belki üç beş kişi olsun bulur irşâd ederim,
Diye etrâfa bakındımsa da, endîşelerim
İnkılâb eyledi bir nâmütenâhî ye’se,
Görünüp sûret-i haktan kimi söylettimse.
Ekseriyyet kafasız; varsa biraz beyni olan:
«Bu hükûmet şu ahâlîye biçilmiş kaftan!
Kime dert anlatacaksın? Hadi anlat şimdi…
Ben mi kaldım, neme lâzım! » diyerek yan çizdi.
Hüsn-i zanneylediğim bir iki fâzıl hocanın,
İstedim fikrini açmak; dedim: «Artık uyanın!
Memleket mahvoluyor, din de berâber gidiyor;
Size Kur’an, bakınız sâde uzaktan mı diyor? »
— Memleket mahvolacak, olmayacak… Baştakiler,
Düşünürler ona mevcûd ise bir çâre eğer.
Gelelim dîne: Ne mümkün çalışıp kurtarmak?
Bede’e’d-dînu garîben… sözü elbet çıkacak.
Dediler. Yoklayayım şimdi avâmın da biraz,
Nedir efkârı, dedim. Hey gidi vurdum duymaz!
Öyle dalgın ki, meğer Sûr’unu İsrâfîl’in,
İşitip, yattığı yerden azıcık silkinsin!
Yürüyor, altı çürük toprağa gelmiş, seyyar
Bir mezarlık gibi: Her nâsiye bir seng-i mezar!
Duymamış kaygı denen duyguyu vicdânında.
Okunur her birinin cebhe-i hüsrânında,
«Ne gelenden haberim var, ne gidenden haberim;
Serserî kevne gelelden beri sersem gezerim! »
Eskiden kalma bu söz, sanki o cansız beyinin,
Doğmadan rahmet-i Mevlâ’ya göçüp gittiğinin,
Dest-i kudretle yazılmış ezelî hâtırası!
«Geliyor rûhun için Fâtiha çekmek sırası;
Yazık ey millet-i merhûme! » dedikten sonra;
Atladım Rusya’ya gitmekte olan bir vapura.
O zaman Rusya’da hâkimdi yaman bir tazyik…
Zulmü sevdirmek için var mı ya bir başka tarik?
Düşünen her kafanın mutlak ezilmekti sonu!
Medenî Avrupa, bilmem, niye görmezdi bunu?
Süngü, kurşun gibi kestirme ölümlerle ölen;
Yâhud işkenceler altında ecelsiz gömülen:
Ne soluk var, ne ışık var, ne otur var, ne durak,
İki üç yüz kulaç altında zemînin, çıplak,
Aç, susuz işletilen kanları donmuş canlar,
Size milyonla desem, fazlası yok, eksiği var!
Bilmiyorlar ki bu şiddetlerin olmaz hükmü:
Göz yılar önce, fakat, sonra kanıksar ölümü.
Sanıyorlar kafa kesmekle, beyin ezmekle,
Fikr-i hürriyyet ölür. Hey gidi şaşkın hazele!
Daha kuvvetleniyor kanla sulanmış toprak:
Ekilen gövdelerin hepsi yarın fışkıracak!
Hangi ma’sûmun olur hûnu bu dünyâda heder?
Yoksa kànûn-i İlâhî’yi de yırtar mı beşer?
Evvelâ gizlice bir matba’a te’sîs ettim;
Beş on öksüz bularak basmacılık öğrettim.
Kalemim çokça pürüzlüydü, fakat çâresi ne?
Sonra, bilmem kimin üslûbu avâmın nesine!
Dilimin döndüğü şîveyle bütün gün yazdım;
Okuyanlar o kadar çoktu ki hiç ummazdım.
Usta âsârını verdikçe çocuklar bastı;
Altı ay geçti, bizim matba’anın çıktı adı.
Göğsü îmanlı beş on tâne fedâî gelerek,
Dediler: «Sen ne basarsan, onu tevzî’ edecek
Vâsıtan işte biziz; korkulacak şey yoktur…
Para lâzımsa da bildir ki verenler bulunur.»
Bir cerîdeyle hemen başlayıverdim va’za.
Zâten en başlıca yol halkı budur îkàza.
Medeniyyetteki insanlar için matbûât,
Şimdi kürsîlerin en yükseği, lâkin, heyhât,
Sizde hiç böyle değil, belki tamâmen aksi:
En fenâ bir cereyan gösteriyor en iyisi.
Müslüman unsuru az çok uyanıktır orada;
Biz de ancak bunu tezyîd ediyorduk arada.
Parasızlıktı bidâyette işin korkulusu…
Ağniyâ altını bezletti etekler dolusu…
Açtık oldukça güzel medreseler, mektepler;
Okuyup yazmayı ta’mîme çalıştık yer yer.
Tatar’ın yüzde bugün altmışı hakkıyle okur;
Rusların halbuki nisbetleri gâyet dûndur.
Ağniyâ, zannederim, sizde de az çok olacak…
Şu kadar var ki, çürük tahtaya basmazlar ayak!
Fukarânız kılıyor, aklına geldikçe namaz;
Ağniyânızda da, hiç yoksa, zekât olsa biraz.
Şöyle dursun bu temennîye kulak vermeleri,
Sadr-ı a’zam paşanız fitre alır, sunsa biri!
Sonra zenginlerimiz: «Haydi gidin, fen getirin.»
Diye, her isteyenin şahsına bilmem kaç bin
Ruble tahsîs ile sevkeylediler Avrupa’ya;
Pek fedâkâr idi hemşehrilerim doğrusu ya.
Bu giden kàfileden birçoğu cidden tahsîl
Ederek döndü. Fakat geldi ki üç beş de sefîl,
Hepsinin nâmını telvîse bi-hakkın yetti…
Gönderenler ne peşîmân oluyorlar şimdi!
Hiç unutmam ki, cömerdin biri, hem zengin adam,
Beni yüzdürdü nihâyette şu sözlerle: «İmam,
Günde on kerre gelip istediniz hep verdim.
Yine vermezsem eğer millet için, nâ-merdim.
Yalınız, ehline gitsin bu emekler… Olur a,
İş bizim Avrupa yârânına benzer sonra!
Hâli ıslâh edecekler, diyerek kaç senedir,
Bekleyip durduğumuz zübbelerin tavrı nedir?
Geldi bir tânesi akşam, hezeyanlar kustu!
Dövüyordum, bereket versin, edebsiz sustu.
Bir selâmet yolu varmış… O da neymiş: Mutlak,
Dîni kökten kazımak, sonra, evet, Ruslaşmak!
O zaman iş bitecekmiş… O zaman kızlarımız,
Şu, tutundukları gâyet kaba, pek ma’nâsız
Örtüden sıyrılacak… Sonra da erkeklerden,
Analık ilmini tahsîl edecekmiş… Zâten,
Müslümanlar o sebepten bu sefâlette imiş:
Ki kadın «sosyete» bilmezmiş, esârette imiş!
Din için, millet için iş görecek alçağa bak:
Dîni pâmâl edecek, milleti Ruslaştıracak!
Bunu Moskof da yapar, şimdi rızâ gösterelim;
Başka bir ma’rifetin varsa haber ver görelim!
Al okut, Avrupa tahsîli desinler, gönder,
Servetinden bölerek nâ-mütenâhî para ver;
Sonra bir bak ki: Meğer karga imiş beslediğin!
Hem nasıl karga? Değil öyle senin bellediğin!
Sâde bir fuhşumuz eksikti, evet, Ruslardan…
Onu ikmâl ediverdik mi, bizimdir meydan!
Kızımın iffeti batmakta rezîlin gözüne…
Acırım tükrüğe billâhi tükürsem yüzüne!
Demiş olsaydı eğer: «Kızlara mektep lâzım…
Şu kadar vermelisin.» Kahrolayım kaçmazdım.
Elverir sardığımız bunları halkın başına…
Ben mezârımda, huzûr istiyorum, anladın a!
Biraz insâfa gelin, öyle ya artık ne demek?
Zengin olduk diye, lâ’net satın almak mı gerek? »
İşte biz böyle didinmekte, çalışmakta iken,
Bir sabah üç tanıdık, seslenerek percereden,
Dediler: «Şimdi hükûmet basacak matba’anı…
Durmanın vakti değildir. Hadi kaldır tabanı! »
Bir işâretle çocuklar çekilip tâ geriye,
Daldılar hepsi birer sesleri çıkmaz deliğe,
Onların nevbeti geçmiş, sıra gelmişti bana:
Yolu tuttum yalınız doğruca Türkistan’a.
Gece gündüz yürüdüm bulmak için Taşkend’i;
Geçtiğim yerleri ta’dâda mahal yok şimdi.
Uzanıp sonra Buhârâ’ya, Semerkand’e kadar;
Eski Dünyâ’da bakındım ki ne âlemler var?
Sormayın gördüğüm âlemleri, hiç söylemeyim:
Yâdı temkînimi sarsar da kan ağlar yüreğim.
O Buhârâ, o mübârek, o muazzam toprak;
Zilletin koynuna girmiş uyuyor müstağrak!
İbni Sînâ’ları yüzlerce doğurmuş iklîm,
Tek çocuk vermiyor âgûşuna ilmin, ne akîm!
O rasad-hâne-i dünyâ, o Semerkand bile;
Öyle dalmış ki hurâfâta o mâzîsiyle:
Ay tutulmuş, «Kovalım şeytanı kalkın! » diyerek,
Dümbelek çalmada binlerce kadın, kız, erkek!
Bu havâlîde cehâlet ne kadar çoksa, nifâk,
Daha salgın, daha dehşetli… Umûmen ahlâk,
-«Pek bozuk» az gelecek- nâmütenâhî düşkün!
Öyle murdârını görmekte ki insan fuhşün;
Bırakın söylenemez: Mevki’imiz câmi’dir;
Başka yer olsa da tafsîle hayâ mâni’dir.
Ya ta’assubları? Hiç sorma, nasıl maskaraca?
O, uzun hırkasının yenleri yerlerde, hoca,
Hem bakarsın eşi yok dîne teaddîsinde,
Hem ne söylersen olur dîni hemen rencîde!
Milletin hayrı için her ne düşünsen: Bid’at;
Şer’i tağyîr ile, terzîl ise -hâşâ- Sünnet!
Ne Hudâ’dan sıkılırlar, ne de Peygamber’den.
Bu ilimsiz hocalardan, bu beyinsizlerden
Çekecek memleketin hâli ne olmaz, düşünün!
Sayısız medrese var gerçi Buhârâ’da bugün…
Okunandan ne haber? On para etmez fenler,
Ne bu dünyâda soran var, ne de ukbâda geçer!
Üdebâ doğrusu pek çok, kimi görsen: Şâir.
Yalınız, şi’rine mevzû iki şeyden biridir:
Koca millet! Edebiyyâtı ya oğlan, ya karı…
Nefs-i emmâre hizâsında henüz duyguları!
Sonra tenkîde giriş: Hepsi tasavvufla dolu:
Var mı sûfiyyede bilmem ki ibâhiyye kolu?
İçilir, türlü şenâ’atler olur, bî-pervâ;
Hâfız’ın ortada Dîvân’ı kitâbü’l-fetvâ!
«Gönül incitme de keyfin neyi isterse becer! »
Urefâ mesleği; a’lâ, hem ucuz, hem de şeker!
Şu kadar var ki şebâbında ufak bir gayret
Başlamış… Bir gün olup parlayacaktır elbet.
O zaman işte şu toprak yeniden işlenerek,
Bu filizler gibi binlerle fidan besleyecek.
Çin’de, Mançurya’da din bir görenek, başka değil.
Müslüman unsuru gâyet geri, gâyet câhil.
Acabâ meyl-i teâlî ne demek onlarca?
«Böyle gördük dedemizden» sesi milyonlarca
Kafadan aynı tehevvürle bakarsın, çıkıyor!
Arş-ı âmâli bu ses tâ temelinden yıkıyor.
Görenek hem yalınız Çin’de mi salgın; nerde!
Hep musâb âlem-i İslâm o devâsız derde.
Getirin Mağrib-i Aksâ’daki bir müslümanı;
Bir de Çin Sûru’nun altında uzanmış yatanı;
Dinleyin her birinin rûhunu: Mutlak gelecek,
«Böyle gördük dedemizden! » sesi titrek, titrek!
«Böyle gördük dedemizden! » sözü dînen merdûd;
Acabâ sâha-i tatbîki neden nâ-mahdûd?
Çünkü biz bilmiyoruz dîni. Evet, bilseydik,
Çâre yok, gösteremezdik bu kadar sersemlik.
«Böyle gördük dedemizden! » diye izmihlâli
Boylayan bir sürü milletlerin olsun hâli,
İbret olmaz bize, her gün okuruz ezber de!
Yoksa, bir maksad aranmaz mı bu âyetlerde?
Lâfzı muhkem yalınız, anlaşılan, Kur’ân’ın:
Çünkü kaydında değil hiçbirimiz ma’nânın:
Ya açar Nazm-ı Celîl’in, bakarız yaprağına;
Yâhud üfler geçeriz bir ölünün toprağına.
İnmemiştir hele Kur’ân, bunu hakkıyle bilin,
Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için!
Bu havâlîdekiler pek yaya kalmış dince;
Öyle Kur’ân okuyorlar ki: Sanırsın Çince!
Bütün âdetleri âyîn-i Mecûsî’ye karîb;
Bir şehâdet getirirler, o da oldukça garîb.
Yalınız, hepsi de hürmetle anar nâmınızı.
Hiç unutmam, sarılıp hırkama bir Çinli kızı,
Ne diyor anlamadım, söyledi birçok şeyler;
Sonra me’yûs olarak ağladı… Bîçâre meğer,
Bana Sultân’ı sorarmış da, «Nasıldır? » dermiş;
Yol yakın olsa imiş, gelmeyi isterlermiş!
Sorunuz, şimdi Japonlar da nasıl millettir?
Onu tasvîre zafer-yâb olamam, hayrettir!
Şu kadar söyleyeyim: Dîn-i mübînin orada,
Rûh-i feyyâzı yayılmış, yalınız şekli Buda.
Siz gidin, safvet-i İslâm’ı Japonlarda görün!
O küçük boylu, büyük milletin efrâdı bugün,
Müslümanlık’taki erkânı siyânette ferîd;
Müslüman denmek için eksiği ancak tevhîd.
Doğruluk, ahde vefâ, va’de sadâkat, şefkat;
Âcizin hakkını i’lâya samîmî gayret;
En ufak şeyle kanâ’at, çoğa kudret varken;
Yine ifrât ile vermek, veren eller darken;
Kimsenin ırzına, nâmûsuna yan bakmayarak,
Yedi kat ellerin evlâdını kardeş tanımak;
«Öleceksin! » denilen noktada merdâne sebat;
Yeri gelsin, gülerek, oynayarak terk-i hayat;
İhtirâsât-ı husûsiyyeyi söyletmeyerek,
Nef’-i şahsîyi umûmunkine kurbân etmek;
Daha bunlar gibi çok nâdire gördüm orada…
Âdem’in en temiz ahfâdına mâlik bir ada.
Medeniyyet girebilmiş yalınız fenniyle…
O da sâhiplerinin lâhik olan izniyle.
Dikilip sâhile binlerce basîret, im’ân;
Ne kadar maskaralık varsa kovulmuş kapıdan!
Garb’ın eşyâsı, eğer kıymeti hâizse yürür;
Moda şeklinde gelen seyyie gümrükte çürür!
Gece gündüz açık evler, kapılar mandalsız;
Herkesin sandığı meydanda, bilinmez hırsız.
Ya o mahviyyeti insan göremez bir yerde…
«Togo»nun umduğunuz tavrı mı vardır?
Nerde! «Gidelim! » der, götürür; sonra gelip tâ yanıma;
Çay boşaltırdı ben içtikçe hemen fincanıma.
Müslümanlık, sanırım parlayacaktır orada;
Sâde Osmanlılar’ın gayreti lâzım arada.
Misyonerler, gece gündüz yeri devretmedeler,
Ulemâ vahy-i İlâhî’yi mi bilmem, bekler?
Hind’i baştan başa gezmekti murâdım, lâkin,
Nerde olsam, beni ta’kîbi yüzünden polisin,
Tâkatim bitti de vazgeçmede muztar kaldım;
Kaldım amma yine her mahfile az çok daldım!
Besliyormuş, bereket versin, o iklîm-i kadîm,
«Rahmetullâh»a muâdil daha yüzlerce hakîm,
Rûh-i edyânı görür, hikmet-i Kur’ân’ı bilir
Ulemâ var ki: Huzûrunda bugün Garp eğilir.
Hele hayran kalır insan yetişen gençlere de:
Bunların birçoğu tahsîl eder İngiltere’de;
Sonra dindaşlarının rûhu olur, kalbi olur,
Çünkü azminden, ölüm çıksa, o dönmez, sokulur.
Öyle maymun gibi taklîde özenmek bilmez;
Hiss-i milliyyeti sağlamdır onun, eksilmez.
Garb’ın almışsa herif, ilmini almış yalnız,
Bakıyorsun: Eli san’atli, fakat, tırnaksız!
Fuhşu yok, içkisi yok, himmeti yüksek, gözü tok;
Şer’-i ma’sûma olan hürmeti bizlerden çok.
Böyle evlâd okutan milletin istikbâli,
Haklıdır almaya âgûşuna istiklâli.
Yarın olmazsa, öbür gün alacaktır mutlak…
Uzak olmuş ne çıkar? Var ya bir âtî ona bak!
Haydarâbâd’a giderken, beni teşyîe gelen
Mîzebânın ne hazin çıktı şu ses kalbinden:
«Âh biz hayra yarar unsur-i îman değiliz…
Hind’in İslâm’ını pek Türk’e kıyâs etmeyiniz.
Onların rûh-i şehâmetle coşan kanları var;
Bizde yok öyle samîmî asabiyyet, o damar.
Bu ağır zillete ukbâya kadar mahkûmuz…
Duymuyor çektiği hüsranları zîrâ çoğumuz!
Varsa ümmîdimiz Osmanlılar’ın şevketidir.
Onu bir kerre işitsek… Bu sa’âdet yetişir.»
Beni ağlattı herif. Lâkin onun genç oğlu,
Dedi: «Yok, öyle değil; sîne-i millette dolu,
Galeyân emrine âmâde, hamiyyetli yürek;
Şu kadar var ki henüz kendini göstermeyecek.
Geçiyor şimdi esâretle deyip eyyâmı,
Müslümanlar gibi mâzîsi büyük bir kavmi,
Ebedî zillete mahkûm edemem doğrusu ben.
Daha bîçâre miyiz yoksa Mecûsîlerden?
Diyeceksin ki: Asırlarca sefîlâne hayat,
Söndürür meyl-i me’âlîyi nihâyet… Heyhat!
Göz yumulmakla kör olmaz; külün altında ateş,
Ne kadar kalsa bunalmaz: Hele bir aç, hele eş!
Şunu öğretti ki İngiltere tahsîli bana:
Milletin, memleketin böyle sefîl olmasına
Bir sebep varsa, havâssın geriden bakmasıdır…
Yoksa, Şark’ın bu zekî unsuru her feyzi alır.
Müslümanlık gibi, mâhiyyeti cidden yüksek,
Sonra, vicdanları bir nefhada tehyîc edecek,
Dîn-i fıtrîdeki bir milleti irşâda ne var?
Daha yüksek mi aceb Şark’ı ezen fıtratlar,
Kàbiliyyetçe? Hayır, ben buna aslâ kanmam.
Adam ister yalınız etmeye bir kavmi adam!
Doğru yol işte budur, gel, diye sen bir yürü de,
O zaman bak ne koşanlar göreceksin sürüde!
Evvelâ beynine bir fikr-i nezîh aşlayarak;
Hangi bir müslümanın göğsüne tuttumsa kulak;
Şunu duydum ki: Onun, hiç sesi çıkmaz, kalbi,
En temiz hissile vurmakta çocuk kalbi gibi.
Sîneler gayzını fâş etmeye dursun varsın;
Vakti gelsin, o zaman var mı yürek, anlarsın! »
Haydarâbâd’a yetiştim ki, bütün Hindistan,
«Verdi Kànûn-i Esâsî’yi nihâyet Sultan! »
Diye birdenbire çalkandı. İnan, kàbil mi?
Hiç o binlerce havâtır kemirirken içimi,
Bir cılız «belki! » nasıl hepsini tenkîl etsin?
Ansızın başladı beynimde ümîdin, ye’sin,
Doğduğumdan beri hiç görmediğim bir harbi…
O ne müdhiş helecanlardı aman yâ Rabbi!
Verdi Kànûn-i Esâsî… Bu, çıkar rü’yâ mı?
Yok canım öyle değil: Milletin istirhâmı,
Şekl-i tehdîd alıvermiş, o da muztar kalmış…
Hangi millet acabâ? Her ne işitsen yanlış.
Cûşa geldikçe fakat aynı terâneyle cihan,
Görür oldum dönen işlerde yedu’llâhı nihan.
Bu ne şâhın işi, yâ Rab, ne sipâhın kârı…
Bu senin kudretinin havsala-çâk esrârı!
Yurdumun gülmeyen evlâdını artık güldür…
Ağladım sonra çocuklar gibi hüngür hüngür.
Azıcık rûhuma, a’sâbıma geldikte sükûn,
Döndü vaz’iyyeti birdenbire, baktım, yolumun:
Bir gün evvel yetişip dalmak için sînenize,
Boyladım sâhili, sâhilden açıldım denize.
Gemi enginde iken bende de engindi hayâl;
Kevser içmiş sofunun hâline benzer bir hâl!
Ömrü haybetle cehennemde geçen hâne-harâb,
Verseler cenneti şaşkın gibi çekmez ya azâb;
Ben de rûhumdaki zulmetleri artık koğdum;
En büyük hasmım olan ye’si nihâyet boğdum.
Bahr-i Umman’da henüz çalkanıyormuş tekne…
Attı hülyâ beni tâ Marmara sâhillerine!
Görüyordum, iki üç bin mil açıktan bakarak,
Şu sizin kapkara İstanbul’u, kardan daha ak.
Parlıyor alnı uzaktan ayın on dördü gibi;
Gülüyor: İşvesinin câzibeler müncezibi.
Ne gezer şimdi o zillet, o sefâlet? Heyhât!
Bu ne müdhiş azamet, oh, ne müdhiş dârât!
Sayısız mektep açılmış: Kadın, erkek okuyor;
İşliyor fabrikalar, yerli kumaşlar dokuyor.
Gece gündüz basıyor millete nâfi’ âsâr;
Âdetâ matba’alar bir uyumaz hizmetkâr.
Mülkü baştan başa i’mâr edecek şirketler;
Halkın irşâdına hâdim yeni cem’iyyetler,
Durmayıp iş buluyor, gösteriyor, uğraşıyor;
Gemiler sâhile boydan boya servet taşıyor…
Hasır üstünde bu rü’yâları görmekte iken,
İki mel’un gözün altında ayıldım birden:
Müslüman düşmanı bir Rus tanırım çoktandır…
Nerde görsem, kaçarım, çiftelidir çünkü katır!
Hele Osmanlılar’ın nâmı anıldıkça biter;
Ne eyer kàbil olur sırtına vurmak, ne semer!
Rusya’dayken beni gördükçe gelir, derdi: «İmam,
Oku sen yoksa işin… Öldü sizin Hasta Adam!
Çıkmıyor vâris-i meşrû’u da bizden başka…»
Beni kaç kerreler ağlattı bu hınzırca şaka!
Yine lâhavle deyip geçmede kaldım muztar;
Çünkü altüst olacak bunca tasavvurlar var…
İşte hülyâlarımın canlı yerindeyken, of,
Nüksedip karşıma çıkmaz mı o illet Moskof!
Gözlerim çoktan açık olmasa, derdim: Kâbûs…
İyi amma nereden bitti bu kurnaz câsûs?
Ayak üstünde dikilmiş, gözümün tâ içine
Bakıyor, hem de o şimşek gibi gözlerle yine!
— Çelebim, gel bakalım, gel… Dikilip durma, çay iç…
Hasta canlandı, ne dersin? Bunu ummazdın a hiç…
Kahraman milleti gördün ya: Biraz silkindi,
Leş yiyen kargaların sesleri birden dindi!
Eski sevdâları, kàbilse, unutsun Ruslar…
— Ne dedin? Anlamadım! Hey gidi hülyâcı Tatar!
Kahraman milleti gördün… dediğin Türkler mi?
Sana söylersem eğer, şimdi, düşündüklerimi,
Ebediyyen bu hayâlâta vedâ eylersin.
— Ya senin votkacılardan mı hayır beklersin?
— Hasta canlandı, o iş bitti, diyorsun; heyhat!
Olamaz böyle sefîl ümmet için hakk-ı hayat.
Duyulan nağme-i hürriyyet onun son nefesi!
Yaşamaz yoksa emîn ol ki bu barbar çetesi,
Medenî Avrupa’nın dâmen-i irfânında;
Asya’nın belki o kumluk Arabistân’ında,
Lâşe hâlindeki bir devlete vardır medfen…
Anlıyordum ki: Herif çatlayacak ye’sinden.
İntikàmın olamaz böyle müsâid sırası,
Diye; nerdeyse bulup hasmımın artık yarası,
Başladım deşmeye. Lâkin bu cedel başlayalı,
Dinliyormuş bizi şâhin gibi bir Afganlı.
Vâkıâ Rusça konuştuk, yine külhâni, fakat,
Seslerin tavrına çoktandır edermiş dikkat.
Çay semâverlerinin hepsini birden yıkarak,
Rus’u gırtlaklayıvermez mi? Aman, etme, bırak!
Demeden şaşkını yağmur gibi ıslattı hacı!
Ne tuhaftır ki: Zuhûr etmedi bir da’vâcı.
Etse zâten ne çıkar? Hak zıpırındır yalnız;
Dövülen mahkemelerden kovulur, çünkü cılız!
Bir de İstanbul’a geldim ki: Bütün çarşı, pazar
Na’radan çalkanıyor! Öyle ya… Hürriyyet var!
Galeyan geldi mi, mantık savuşurmuş…
Doğru:Vardı aklından o gün her kimi gördümse zoru.
Kimse farkında değil, anlaşılan, yaptığının;
Kafalar tütsülü hülyâ ile, gözler kızgın.
Sanki zincirdekiler hep boşanıp zincirden,
Yıkıvermiş de tımarhâneyi çıkmış birden!
Zurnalar şehrin ahâlîsini takmış peşine;
Yedisinden tutarak tâ dayanın yetmişine!
Eli bayraklı alaylar yürüyor dört geçeli;
En ağır başlısının bir zili eksik, belli!
Ötüyor her taşın üstünde birer dilli düdük.
Dinliyor kaplamış etrâfını yüzlerce hödük!
Kim ne söylerse, hemen el vurup alkışlanacak…
— Yaşasın!
— Kim yaşasın?
— Ömrü olan.
— Şak! Şak! Şak!
Ne devâirde hükûmet, ne ahâlîde bir iş!
Ne sanâyi’, ne maârif, ne alış var, ne veriş.
Çamlıbel sanki şehir: Zâbıta yok, râbıta yok;
Aksa kan sel gibi, bir dindirecek vâsıta yok.
«Zevk-i hürriyyeti onlar daha çok anlamalı»
Diye mekteplilerin mektebi tekmil kapalı!
İlmi tazyîk ile ta’lîm, o da bir istibdâd…
Haydi öyleyse çocuklar, ebediyyen âzâd!
Nutka gelmiş öte dursun hocalar bir yandan…
Sahneden sahneye koşmakta bütün şâkirdan.
Kör çıban neşterin altında nasıl patlarsa,
Hep ağızlar deşilip, kimde ne cevher varsa,
Saçıyor ortaya, ister temiz, ister kirli;
Kalmıyor kimseciğin muzmeri artık gizli.
Dalkavuk devri değil, eski kasâid yerine,
Üdebânız ana avrat sövüyor birbirine!
Türlü adlarla çıkan nâ-mütenâhî gazete,
Ayrılık tohmunu bol bol atıyor memlekete.
İt yetiştirmek için toprağı gâyet münbit
Bularak, fuhş ekiyor salma gezen bir sürü it!
Yürüyor dîne beş on maskara, alkışlanıyor,
Nesl-i hâzır bunu hürriyyet-i vicdan sanıyor!
Kadın, erkek koşuyor borç ederek Avrupa’ya…
Sapa düşmekte sizin şıklara, zannım, Asya!
Hakk’a tefvîz ile üç tâne yetişmiş kızını;
Taşıyanlar bile varmış buradan baldızını,
Analık ilmi için Pâris’e, yüksünmeyerek…
Yük ağır, ecri de nisbetle azîm olsa gerek!
Şüphesiz yıktı o hülyâları meşhûdâtım…
Ama ben kendimi bir müddet için aldattım:
Galeyandır… Galeyan geldi mi kalmaz mantık…
Su bulanmazsa durulmaz… Hele sabret azıcık…
İyi, lâkin ne kadar beklemiş olsan, işler,
Eskisinden daha berbâd, iyileşmek ne gezer!
Vatanın tâkati yoktur yeniden ihmâle:
Dolu dizgin gidiyor baksana izmihlâle!
Ey cemâat, uyanın, elverir artık uyku!
Yok mu sizlerde vatan nâmına hiçbir duygu?
Düşmeden pençesinin altına istikbâlin,
Biliniz kadrini hürriyyetin, istiklâlin.
Söyletip başka memâlikteki mahkûmîni…
Hâkimiyyet ne imiş, öğreniniz kıymetini.
Yoksa, onsuz ne şu dünyâ kalır İslâm’a, ne din…
Kuşatır millet-i mahkûmeyi hüsrân-ı mübin.
Müslümanlık sizi gâyet sıkı, gâyet sağlam,
Bağlamak lâzım iken, anlamadım, anlayamam,
Ayrılık hissi nasıl girdi sizin beyninize?
Fikr-i kavmiyyeti şeytan mı sokan zihninize?
Birbirinden müteferrik bu kadar akvâmı,
Aynı milliyyetin altında tutan İslâm’ı,
Temelinden yıkacak zelzele kavmiyyettir.
Bunu bir lâhza unutmak ebedî haybettir.
Arnavutluk’la, Araplık’la bu millet yürümez..
Son siyâset ise Türklük, o siyâset yürümez.
Sizi bir âile efrâdı yaratmış Yaradan;
Kaldırın ayrılık esbâbını artık aradan.
Siz bu da’vâda iken yoksa, iyâzen-billâh,
Ecnebîler olacak sâhibi mülkün nâgâh.
Diye dursun atalar: «Kal’a, içinden alınır.»
Yok ki hiçbir işiten… Millet-i merhûme sağır!
Bir değil mahvedilen devlet-i İslâmiyye…
Girdiler aynı siyâsetle bütün makbereye.
Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez;
Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez.
Bırakın eski hükûmetleri, meydandakiler
Yetişir, şöyle bakıp ibret alan varsa eğer.
İşte Fas, işte Tunus, işte Cezâyir, gitti.
İşte Îrân’ı da taksîm ediyorlar şimdi.
Bu da gâyetle tabî’î, koşanındır meydan;
Yaşamak hakkını kuvvetliye vermiş Yaradan.
Müslüman, fırka belâsıyle zebun bir kavmi,
Medenî Avrupa üç lokma edip yutmaz mı?
Ey cemâat, yeter Allâh için olsun, uyanın…
Sesi pek müdhiş öter sonra kulaklarda çanın!
Arzı oynattı yerinden yıkılırken Îran…
Belki bir kıl bile ürpermedi sizden, bu ne kan!
Hiç sıkılmaz mısınız Hazret-i Peygamber’den,
Ki uzaklardaki bir mü’mini incitse diken,
Kalb-i pâkinde duyarmış o musîbetten acı?
Sizden elbette olur rûh-i Nebî da’vâcı.
Ey cemâat, uyanın! Yoksa, hemen gün batacak.
Uyanın! Korkuyorum: Leyl-i nedâmet çatacak.
Ne vapurlarla trenler sizi bîdâr etti!
Ne de toplar bu derin uykuya bir kâr etti!
Sizi kim kaldıracak, Sûr’u mu İsrâfîl’in?
Etmeyin… Memleketin hâli fenâlaştı…
Gelin! Gelin Allâh için olsun ki zaman buhranlı;
Perdenin arkası -Mevlâ bilir amma- kanlı!
Siz ki son lem’a-i ümmîdisiniz İslâm’ın,
Dayanın gayzına artık medenî akvâmın!
Şimdilik sulha sebep ordunuzun kuvvetidir;
Bir de vaz’iyyet-i mülkiyyenizin kıymetidir.
Bu tezebzüble o kuvvet de fakat sarsılacak…
Çünkü isyanları bastırmaya me’mûr ancak!
Ordu mâdâm ki efrâdını milletten alır;
Milletin keşmekeşinden nasıl âzâde kalır?
Öyledir, memleketin hâli düzelmezse eğer,
Kışlalar evlere, asker de ahâlîye döner!
Durmasın sonra kazan kaldıradursun ordu,
Düşmanın safları çiğner bu mukaddes yurdu.
Enbiyâ yurdu bu toprak; şühedâ burcu bu yer;
Bir yıkık türbesinin üstüne Mevlâ titrer!
Dışı baştanbaşa bir nesl-i kerîmin yâdı;
İçi boydan boya milyonla şehîd ecsâdı.
Öyle meşbû’-i şehâdet ki bu öksüz toprak:
Oh, bir sıksa adam otları, kan fışkıracak!
Böyle bir yurdu elinden çıkaran nesl-i sefil,
Yerin üstünde muhakkar, yerin altında rezil!
Hem vatan gitti mi, yoktur size bir başka vatan;
Çünkü mîrasyedi sâil kovulur her kapıdan!
Göçebeyken koca bir devlete kurmuş bünyâd;
Çerge hâlinde mi görsün sizi kalkıp ecdâd?
«Çerge hâlinde…» dedim… Korkarım ondan da tebâh:
Saltanat devrilecek olsa, iyâzen-billâh,
Öyle iğrenç olacak âkıbetin manzarası!
Ki tasavvur bile vicdanlar için yüz karası!
Azıcık bilmek için kadrini istiklâlin,
Bakınız çehre-i meş’ûmuna izmihlâlin:
Yarılıp sanki zemin uğrayıvermiş, yer yer,
Bin sefîl ordu ki efrâdı: Bütün âileler.
Hepsi aç, bir paralar yok, kadın erkek çıplak;
Sokağın ortası ev, kaldırımın sırtı yatak!
Geziyor çiğneyerek bunları yüzlerce köpek,
Satılık cevher-i nâmûs arıyor: Kâr edecek!
Sen işin yoksa namaz kılmak için mescid ara…
Kimi câmi’lerin artık kocaman bir opera;
Kiminin göğsüne Haç, boynuna takmışlar çan,
Kimi olmuş balo vermek için a’lâ meydan!
Vuruyor bando şu karşımda duran minberde;
O, sizin secdeye baş koyduğunuz, mermerde,
Dişi, erkek, bir alay murdar ayak dans ediyor;
İşveler, kahkahalar kubbeyi gümbürdetiyor!
Avlu baştan başa binlerce dilenciyle dolu…
Eski sâhipleri mülkün kapamışlar da yolu,
El açıp yalvarıyorlar yeni sâhiplerine!
………………………………………………….
………………………………………………….
………………………………………………….
Bu sizin ağlamanız benzedi bir dîgerine:
Endülüs tâcı elinden alınan bahtı kara,
Savuşurken, o güzel mülkü verip ağyâra,
Tırmanır bir kayanın sırtına, etrâfa bakar.
Bırakıp çıktığı cennet gibi zümrüt ovalar,
Başlar ağlatmaya bîçâreyi hüngür hüngür!
Karşıdan Vâlide Sultan bunu pek haklı görür,
Der ki: «Çarpışmadın erkek gibi düşmanlarla;
Şimdi, hiç yoksa, kadınlar gibi olsun ağla! »
Bırakın mâtemi, yâhu! Bırakın feryâdı;
Ağlamak fâide verseydi, babam kalkardı!
Göz yaşından ne çıkarmış? Niye ter dökmediniz?
Bâri müstakbeli kurtarmaya bir azm ediniz.
Ye’se hiç düşmeyecek zerrece îmânı olan;
Sâde siz derdi bulun, sonra kolaydır derman.
Sizde erbâb-ı tefekkürle avâmın arası
Pek açık. İşte budur bence vücûdun yarası.
Milletin beyni sayarsak mütefekkir kısmı,
Bilmemiz lâzım olur halkı da elbet cismi.
Bir cemâat ki dimâğında dönen hissiyyât,
Cismin a’sâbına gelmez, durur âheng-i hayât;
Felcin a’râzını göstermeye başlar a’zâ.
Böyle bir bünye için vermeli her hükme rızâ.
Mütefekkir geçinenler ne diyor sizde bakın:
«Medeniyyette teâlîsi umûmen Şark’ın,
Yalınız bir yolu ta’kîb ederek kàbildir;
Başka yollarda selâmet gözeten gâfildir.
Bakarak hangi zeminden yürümüş Avrupalı,
Aynı izden sağa, yâhud sola hiç sapmamalı.
Garb’ın efkârını mâl etmeli Şark’ın beyni;
Duygular çıkmalı hep aynı kalıptan; ya’ni:
İçtimâî, edebî, hâsılı her mes’elede,
Garb’ı taklîd edemezsek, ne desek beyhûde.
Bir de din kaydını kaldırmalı, zîrâ o belâ,
Bütün esbâb-ı terakkîmize engel hâlâ! »
Gelelim şimdi, ne merkezde avâmın hissi…
Şüphe yoktur ki tamâmiyle bu fikrin aksi:
Görenek neyse, onun hükmüne münkàd olarak,
Garb’ın efkârını, âsârını düşman tanımak;
Yenilik nâmına vahy inse kabûl eylememek.
Şöyle dursun o teceddüd ki dışardan gelecek,
Kendi milliyyetinin kendi muhîtinde doğan,
Yerli, hem haklı teceddüdlere hattâ udvan!
Müşterek hissi budur işte avâmın sizde.
Mütefekkirleriniz tuttuğu yanlış izde,
Öyle saplandı ki aldırmadı bir başkasına.
Hiç o gitsin de dönüp bakmayarak arkasına,
Nâsın efkârı -ki efkâr-ı umûmiyye odur-
Gitmesin kendi yolundan… Bu nasıl kàbil olur?
Açılıp gitgide artık iki hizbin arası,
Pek tabî’î olarak geldi nizâın sırası.
Yıldırımlar gibi indikçe «beyin»den şiddet,
Bir yanardağ gibi fışkırdı «yürek»ten nefret.
Öyle müdhiş ki husûmet: Mütefekkir tabaka,
Her ne söylerse fenâ gelmede artık halka;
Hem onun zıddını yapmak ebedî mu’tâdı.
Bir felâket bu gidiş… Lâkin işin berbâdı:
Mütefekkir geçinenlerdeki taşkınlıktan,
Geldi efkâr-ı umûmiyyeye mühlik bir zan:
«Bu fesâdın başı hep fen okumaktır.» dediler;
Onu mahvetmeye kalkıştılar artık bu sefer.
Niye ilmin adı yok koskoca millette bugün?
Çünkü efkâr-ı umûmiyye aleyhinde bütün;
Çünkü yerleşmek için gezdiği yerlerde fünûn,
Önce gâyetle büyük hürmet arar, sonra sükûn.
Asr-ı hâzırda geçen fenlere sâhip denecek,
Bir adam var mı yetişmiş içinizden, bir tek?
Mütefennin tanılan üç kişinin kıymeti de,
Münhasır anlamadan, dinlemeden taklîde.
Kim mesâîsini bir gâyeye vardırdı, hani?
Gösterin pâye-i tahkîke teâlî edeni?
Nazariyyâta boğulmakla geçen ömre yazık;
Amelî kıymetidir kıymeti ilmin artık.
Bu hakîkatleri lâkin kim okur, kim dinler?
Sivrilen zübbelerin hepsi beş on söz beller,
Düşünür «Dîni nasıl yıkmalı bunlarla? » diye.
Böyle bir maksad için çok bile i’dâdiyye!
Üdebânız hele gâyetle bayağ mahlûkàt…
Halkı irşâd edecek öyle mi bunlar? Heyhât!
Kimi Garb’ın yalınız fuhşuna hasbî simsar;
Kimi, Îran malı der, köhne alır, hurda satar!
Eski dîvanlarınız dopdolu oğlanla şarab;
Biradan, fâhişeden başka nedir şi’r-i şebab?
Serserî: Hiç birinin mesleği yok, meşrebi yok;
Feylesof hepsi; fakat pek çoğunun mektebi yok!
Şimdi Allâh’a söver… Sonra biraz bol para ver:
Hiç utanmaz, Protestanlara zangoçluk eder!
O benim en ebedî hasmım olan Rusya bile,
Hakkı teslîm edelim! Hiç de değildir böyle.
Mütefenninleri tâ keşfe kadar tırmanıyor;
Edebiyyâtı anıldıkça zemin çalkanıyor.
Kudretim yetse eğer, on yedisinden yukarı,
Üdebâ nâmına kim varsa, huduttan dışarı
Atarım taktırarak boynuna bah-nâmesini;
Okuyan yaftayı elbette çıkarmaz sesini.
Sonra bir tarz-ı telâfî bulurum: -gerçi garib-
Konturat akdederek Rusya’dan on onbeş edib,
Getirir, yazdırırım millet için birçok eser!
Gâlibâ bahsi değiştirdi bu müz’ic sözler…
Nerde kaldıktı? Evet, ortada bir pis uçurum,
Var ki, günden güne dehşetleniyor, korkuyorum,
-Kapatılmazsa gelip bir yere şâyet efkâr-
Olmasın millet-i merhûmeye bir kanlı mezâr.
Hem o hüsrân-ı müebbeddeki mes’ûliyyet,
Mütefekkirlere râci’ kalacaktır elbet.
Başı boş kaldı mı, zîrâ, şaşırıp ber-mu’tâd,
Bulamaz kendiliğinden yolu aslâ efrâd.
Yalınız gösterilen yol tutacak yolsa gider;
Hissidir çünkü onun azmine dâim rehber.
Mütefekkirleriniz anlamıyorlar sanırım,
Ki çemenzâr-ı terakkîde atılmış her adım,
Değişir büsbütün akvâma, cemâ’âte göre;
Başka bir kavmin izinden yürümek, çok kerre,
Âdetâ mühlik olur; sonra ne var, her millet,
Gözetir seyr-i tekâmülde birer ayrı cihet.
Bir de hâtırlamıyorlar ki, umûmen beşerin,
Dâimâ koştuğu son maksada yükselmek için;
Tutacak silsile akvâma değildir hep bir;
Belki her millet için ancak o «mâhiyyet»tir,
Ki kopar kendisinin rûh-i umûmîsinden.
Şimdi, bir kavmin içinden mütefekkir geçinen
Zümre, evvelce bu «mâhiyyet»i takdîr ederek,
Sonra kaç safhası mevcûd ise tenvîr ederek,
Çekecek oldu mu önden o İlâhî feneri;
Arkasından da cemâat yürür artık ileri.
Rûhudur çünkü karanlıkta elinden yedecek,
Yolcu şaşkın mı ki dursun, mütemâdî gidecek.
Mütefekkirleriniz dîni de hiç anlamamış;
Rûh-i İslâm’ı telâkkîleri gâyet yanlış.
Sanıyorlar ki: Terakkîye tahammül edemez;
Asrın âsâr-ı kemâliyle tekâmül edemez.
Bilmiyorlar ki: Ulûmun ezelî dâyesidir,
Beşerin bir gün olup yükselecek pâyesidir.
Mündemic sîne-i sâfında bütün insanlık…
Bunu teslîm eder insâfı olanlar azıcık.
Müslüman unsuru gâyet mütedennî, doğru,
Şu kadar var ki değildir bu, onun mahzûru.
«Müslümanlık» denilen rûh-i İlâhî, arasak,
«Müslümânız» diyen insan yığınından ne uzak!
Dîni tedkîk edeceksek, dönelim haydi geri;
Alalım neş’et-i İslâm’a yakın bir devri:
O ne dehşetli terakkî, o ne müdhiş sür’at!
Öyle bir hârika gösterdi mi insâniyyet?
Devr-i fetrette kalan, hem de asırlarca kalan;
Vahşetin, gılzetin a’mâkına daldıkça dalan;
Gömerek dipdiri evlâdını kum çöllerine,
Bunda bir neşve duyan hiss-i nedâmet yerine!
Önce dağdan getirip yonttuğu taş parçasını,
Sonra hâlik tanıyan bir sürü vahşî yığını;
Nasıl olmuş da, otuz yılda otuz bin senelik
Bir terakkî ile dünyâya kesilmiş mâlik?
Nasıl olmuş da o fâzıl medeniyyet, o kemâl,
Böyle bir kavmin içinden doğuvermiş derhâl?
Nasıl olmuş da zuhûr eyleyebilmiş Sıddîk!
Nereden gelmiş o Haydar’daki irfân-ı amîk?
Önce dehşetli zıpırken, nasıl olmuş da, Ömer,
Sonra bir adle sarılmış ki: Değil kâr-ı beşer?
Hâil olsaydı terakkîye eğer Şer’-i mübîn,
Devr-i mes’ûd-kudûmuyle giren Asr-ı Güzîn,
En büyük bir medeniyyetle mi eylerdi zuhûr?
Mündemic olmasa rûhunda onun nâ-mahsûr
Bir tekâmül, o kadar hârika nerden doğacak?
Mütefekkirleriniz, anlaşılan, pek korkak,
Yâhud ahmak… İkisinden bilemem hangisidir?
Sanıyorlar ki: «Bugün Avrupa tekmil kâfir.
Mütedeyyin görünürsek, diyecekler, barbar!
“Libri pansör” geçinirsek, değişir belki nazar.»
Şark’ı baştan başa yıllarca dolaştım, gezdim;
Hem de oldukça görürdüm… Kafa gezdirmezdim!
Bu Arap’mış, bu Acem’miş, bu Tatar’mış, demedim.
Müslüman unsurunun hepsini gördüm kendim.
Küçük âdemlerinin rûhunu tedkîk ettim.
Büyük âdemlerinin fikrini ta’mîk ettim.
İstedim sonra, neden böyle Japonlar yüksek?
Nedir esbâb-ı terakkîsi? Yakından görmek.
Bu uzun boylu mesâî, bu uzun boylu sefer,
Bir kanâat verecekmiş bana dünyâda meğer.
O kanâat da şudur:
Sırr-ı terakkînizi siz,
Başka yerlerde taharrîye heveslenmeyiniz.
Onu kendinde bulur yükselecek bir millet;
Çünkü her noktada taklîd ile sökmez hareket.
Alınız ilmini Garb’ın, alınız san’atini;
Veriniz hem de mesâînize son sür’atini.
Çünkü kàbil değil artık yaşamak bunlarsız;
Çünkü milliyyeti yok san’atin, ilmin; yalnız,
İyi hâtırda tutun ettiğim ihtârı demin:
Bütün edvâr-ı terakkîyi yarıp geçmek için,
Kendi «mâhiyyet-i rûhiyye»niz olsun kılavuz.
Çünkü beyhûdedir ümmîd-i selâmet onsuz.
Sonra, dikkatlere şâyân olacak bir şey var:
İnkişâfâtını bir milletin erbâb-ı nazar,
Kocaman bir ağacın tıpkı çiçeklenmesine,
Benzetirler ki, hakîkat, ne büyük söz bilene!
Bu muazzam ağacın gövdesi baştan aşağı;
Sayısız kökleri, tekmil dalı, tekmil budağı;
Milletin sîne-i mâzîsine merbut, oradan
Uzanıp gelmededir… Öyle yaratmış Yaradan.
Bir cemâat ki: Nihâyet ona gelmez de iyi,
Ağacın hey’et-i mecmûası, yâhud çiçeği,
Ta gider, sîne-i milletten urup hâke serer;
Milletin kendi olur işte o baltayla heder!
İnkişâf etmesi âtîde de pek zordur onun:
Çünkü meydanda kalan kütle yığınlarca odun!
Hastalanmışsa ağaç, gösteriniz bir bilene;
Bir de en çok köke baksın o bakan kimse yine.
Aşılarken de vurun kendine kendinden aşı.
Şâyed isterseniz ağcın donanıp üstü, başı,
Benzesin tâze çiçeklerle bezenmiş geline;
Geçmesin, dikkat edin, balta çocuklar eline!
İşte dert, işte devâ, bende ne var? Bir tebliğ…
Size âid sizi tahlîs edecek sa’y-i belîğ.
Yâ İlâhî bize tevfîkini gönder…
— Âmin!
Doğru yol hangisidir, millete göster…
— Âmin!
Rûh-i İslâm’ı şedâid sıkıyor, öldürecek.
Zulmü te’dîb ise maksûd-i mehîbin, gerçek,
Nâra yansın mı berâber bu kadar mazlûmîn?
Bî-günâhız çoğumuz… Yakma İlâhî!
— Âmin!
Boğuyor âlem-i İslâm’ı bir azgın fitne,
Kıt’alar kaynayarak gitti o girdâb içine!
Mahvolan âileler bir sürü ma’sûmundur,
Kalan âvârelerin hâli de ma’lûmundur.
Nasıl olmaz ki? Tezelzül veriyor Arş’a enîn!
Dinsin artık bu hazin velvele yâ Rab!
— Âmin!
Müslüman mülkünü her yerde felâket vurdu…
Bir bu toprak kalıyor dînimizin son yurdu!
Bu da çiğnendi mi, çiğnendi demek Şer’-i mübîn;
Hâk-sâr eyleme yâ Rab, onu olsun…
— Âmin!
Ve’l-hamdu li’l-lâhi Rabbi’l-âlemîn…
İki Üç Balta Ayırmaz Bizi Mazimizden
Ağacın kökü madem ki derindir cidden,
Dalı kopmuş, ne olur? Gövdesi gitmiş, ne zarar?
O, bakarsın, yine üstündeki edvarı yarar,
Yükselir, fışkırıp, afak-ı perişanımıza;
Yine bir vaha serer kavrulan imanımıza.
Nerdesin
La-mekanlarda mısın, nerdesin, ey gaib ilah?
Dönerim enfüsü, afakı ezelden beridir.
Serpilip kubbene donmuş, o ışık damlaları,
Seni, yer yer arayan yaşlarımın izleridir!
Hilvan, 19 Teşrînisânî 1348
(19 Kasım 1932)
Tek Hakikat
Tek hakikat var, evet, bellediğim dünyadan,
Elli, altmış sene gezdimse de, şaşkın şaşkın:
Hepimiz kendimizin, bağrı yanık, aşıkıyız;
Sade, i’lanı çekilmez bu acaib aşkın!
Hilvan, 17 Temmuz 1349 (1933)
Safahat İçin
Derdim, sana baktıkça, a bîçâre kitâbım!
Kim derdi ki: Sen çök de senin arkana kalsın,
Uğrunda harâb eylediğim ömr-i harâbım?
Ümidin Her Zaman Haib
Ümidin her zaman haib, nasibin daima nekbet;
Hayatın geçti hüsranlarla ey gün görmeyen millet!
Ne devletsiz başın varmış, ne mel’un tali’in, hayret!
Muebbed bir hayat ummuş da içmiştin.. Fakat seyret:
Nasıl zehr oldu birden diktigin sahba-yı hurriyet!
Meğer altüst olurmuş en muazzam arş-i istiklal;
Meğer pamal edermiş en bülend akvami izmihlal;
Meğer birden olurmuş altıyüz yıl beslenen amal,
Ufuklar, bak, adem rendinde zulmetlerle malamal..
Ne beklerdik, nasıl çıktın sen ey ferda-yi istikbal!
Bu istikbalı rüyamızda görseydik inanmazdık!
‘Sabah olmuş’ dedik, sezmekle bir avare aydınlık.
Ne haybettir: değilmiş fecr-i kazıbler kadar sadık!
Cahimi bin hatar kat kat yığılmış, gelde yırtıp çık!
ilahi! Bir ışık göster, bunaldık büsbütün artık!
Fakat hey şaşkın, istimdad için Hak’dan yüzün var mı?
Kitabullah’a yüksekten bakan gözler de ağlar mı?
Muhakkar gördüğün kuvvet bu gün bir bak, muhakkar mı?
Demezdin, ruhu Kur’an’ın o lakaydıyle muztar mı?
Ya sen muztar kalır, feryad edersen, aldırırlar mı!
Evet, sen böyle bir ferda-yı mahşer-hızı ummazdın,
Haberdar eyleyenler oldu; güldün. Pek de kurnazdın!
Kudurmuştan beter bir hale geldin, durmadın azdın!
Düşen ma’suma çıkmak gayr-i kaabil bin çukur kazdın:
Gömüp ahlakı, artık fuhş için bah-name’ler yazdın!
Utanmak bilmiyorsun, anladık, lakin ne isterdin:
Şu milletin ki levsiyyatı bir ‘meslek’ deyip verdin?
İbadullahı saptırdın, fakat bir yol mu gösterdin?
Görürsen nerden bir namus, fuşh-abada gönderdin;
Sezersen kimde na-merdane bir fitrat, kanat gerdin!
*
* *
Bıyık kirpik, sakal yontuk da tırnaklar birer parmak;
Yıkanmaz bir surat, sol gözde beyzi cam, fakat parlak;
Hamamsız ensenin sırtında bir yağ var: kayar yavşak!
Şu, kalcınlarla kıvrık pantalon altında, kıskıvrak
Seken Osmanlı centilmeninde hiçbir duygu yok mutlak…
Utanmak ver, yeter, kaabilse Allah’ım, utandırmak!
29 Tesrinisani 1328
(1912)
Resmim İçin
Günler şu heyûlâyı da er, geç, silecektir.
Rahmetle anılmak, ebediyyet budur amma,
Sessiz yaşadım, kim beni, nerden bilecektir?
Yeis Yok!
Dalâile düşmüşlerden başka kim Rabbinin rahmetinden ümîdini keser?
(Hicr Suresi, 56. Ayet)
Lâkin, hani bir nefhası yok sende ümîdin!
«Ölmüş» mü dedin? Âh onu öldürmeli miydin?
Hakkın ezelî fecri boğulmazdı, a zâlim,
Ferdâların artık göreceksin ki ne muzlim!
Onsuz yürürüm dersen, emîn ol ki yürünmez.
Yıllarca bakınsan, bir ufak lem’a görünmez.
Beyninde uğuldar durur emvâcı leyâlin;
Girdâba vurur alnını, koştukça hayâlin!
Hüsran sarar âfâkını, yırtıp geçemezsin.
Arkanda mı, karşında mı sâhil, seçemezsin.
Ey, yolda kalan, yolcusu yeldâ-yı hayâtın!
Göklerde değil, yerde değil, sende necâtın:
Ölmüş dediğin rûhu alevlendiriver de,
Bir parça açılsın şu muhîtindeki perde.
Bir parça açılsın, diyorum, çünkü bunaldın;
Nevmîd olarak nûr-i ezelden donakaldın!
Ey, Hakk’a taparken şaşıran, kalb-i muvahhid!
Bir sîne emelsiz yaşar ancak, o da: Mülhid.
Birleşmesi kàbil mi ya tevhîd ile ye’sin?
Hâşâ! Bunun imkânı yok, elbette bilirsin.
Öyleyse neden boynunu bükmüş, duruyorsun?
Hiç merhametin yok mudur evlâdına olsun?
Doğduk, «yaşamak yok size! » derlerdi beşikten;
Dünyâyı mezarlık bilerek indik eşikten!
Telkîn-i hayât etmedi aslâ bize bir ses;
Yurdun ezelî yasçısı baykuş gibi herkes,
Ye’sin bulanık rûhunu zerk etmeye baktı;
Mel’un aşı bir nesli uyuşturdu, bıraktı!
«Devlet batacak! » çığlığı beyninde öter de,
Millette bekà hissi ezilmez mi ki? Nerde!
«Devlet batacak! » İşte bu öldürdü şebâbı;
Git yokla da bak, var mı kımıldanmaya tâbı?
Âfâkına yüklense de binlerce mehâlik,
Batmazdı bu devlet, «batacaktır! » demeyeydik.
Batmazdı, hayır batmadı, hem batmayacaktır;
Tek sen uluyan ye’si gebert, azmi uyandır.
Kâfî ona can vermeye bir nefha-i îman;
Davransın ümîdin, bu ne haybet, bu ne hirman?
Mâzîdeki hicranları susturmaya başla;
Evlâdına sağlam bir emel mâyesi aşla.
Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol…
Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.
İstanbul, 30 Teşrînievvel 1335
(30 Ekim 1919)
Leyla
‘Barındırmaz mısın koynunda, ey toprak? ‘ derim, ‘yer pek’;
Döner, imdâdı gökten beklerim, heyhât, ‘gök yüksek’.
Bunaldım kendi kendimden, zamân ıssız, mekân ıssız;
Ne vahşetlerde bir yoldaş, ne zulmetlerde tek yıldız!
Cihet yok: Sermedî bir seddi var karşında yeldânın;
Düşer, hüsrâna, kalkar, ye’se çarpar serserî alnın!
Ocaksız, vâhalar, çöller; sağır, vâdîler, enginler;
Aran: Beynin döner boşlukta; haykır: Ses veren cinler!
Şu vîran kubbe, yıllardır, sadâdan dûr, ışıktan dûr;
İlâhî, yok mu âfâkında bir ferdâya benzer nûr?
Ne bitmez bir geceymiş! Nerden etmiş Şark’ı istîla?
Değil canlar, cihanlar göçtü hilkatten, bunun, hâlâ,
Ezer kâbûsu, üç yüz elli, dört yüz milyon îmânı;
Boğar girdâbı her devrinde milyarlarca sâmânı!
Asırlardır ki, İslâm’ın bu her gün çiğnenen yurdu,
Asırlar geçti, hâlâ bekliyor ferdâ-yı mev’ûdu!
O ferdâ, istemem, hiç doğmasın ‘ferdâ-yı mahşer’se…
Hayır, kudretli bir varlıkla mü’minler mübeşşerse;
Bu kat kat perdeler, bilmem, neden sıyrılmasın artık?
Niçin serpilmesin, hâlâ, ufuklardan bir aydınlık?
O ‘aydınlık’ ki, sönmek bilmeyen ümmîd-i işrâkı,
‘Vücûdundan peşîman, ölmek ister’ sandığın Şark’ı,
Füsünkâr iltimâ’âtıyle döndürmüş de şeydâya;
Sürükler, bunca yıllardır, o sevdâdan bu sevdâya.
Hayır! Şark’ın, o hodgâm olmayan Mecnûn-i nâ-kâmın,
Bütün dünyâda bir Leylâ’sı var: Âtîsi İslâm’ın.
Nasıldır mâsivâ, bilmez; onun fânîsidir ancak;
Bugün, yâdıyle müstağrak yarın, yâdında müstağrak!
Gel ey Leylâ, gel ey candan yakın cânan, uzaklaşma!
Senin derdinle canlardan geçen Mecnun’la uğraşma!
Düşün: Bîçârenin en kahraman, en gürbüz evlâdı,
Kimin uğrunda kurbandır ki, doğrandıkça doğrandı?
Şu yüz binlerce sönmüş yurda yangınlar veren kimdi?
Şu milyonlarca öksüz, dul kimin boynundadır şimdi?
Kimin boynundadır serden geçip berdâr olan canlar?
Kimin uğrundadır, Leylâ, o makteller, o zindanlar?
Helâl olsun o kurbanlar, o kanlar, tek sen ey Leylâ,
Görün bir kerrecik, ye’s etmeden Mecnûn’u istîlâ.
Niçin hilkat zemîninden henüz yüksekte pervâzın?
Şu topraklarda, şâyed, yoksa hiç imkân-ı i’zâzın,
Şafaklar ferş-i râhın, fecr-i sâdıklar çerâğındır;
Hilâlim, göklerin kalbinde yer tutmuş, otâğındır;
Ezanlar nevbetindir: İnletir eb’âdı haşyetten;
Cihâzındır alemler, kubbeler, inmiş meşiyyetten;
Cemâ’atler kölendiı: Kâ’be’ler haclen… Gel ey Leylâ;
Gel ey candan yakın cânan ki gâiblerdesin, hâlâ!
Bu nâzın elverir, Leylâ, in artık in ki bâlâdan,
Müebbed bir bahâr insin şu yanmış yurda, Mevlâ’dan.
Ankara – Nisan 1338 (1922)
Meyhâne
Girizan ruh-i ulviyyet hariminden, civarından.
Çıkar bin nal e-i nevmid hak-i ra’ şe-darından,
iner bin zulmet-i makber feza-yı şeb-nisarından.
Gelir feryadlar ebkem duran her seng-i zarından:
yıkılmış hanümanlar sanki çıkmış da mezarından!
Dehan-ı hasret açmış rahnedar olmuş cidarından!
Çöker bir dild-i matem titreyen kandil-i tarından:
Sönüp gitmiş ocaklar yükselir güya gubarından!
Giren bir kerre nadirndir hayat-ı müstearından;
Çıkan avaredir artık cihanın kar-u barından.
Dökülmüş ab-rûlar bade-i pesmande halinde!
Emel bir münkesir peymanedir saff-ı nialinde!
Boğulmuş ruh-i insani şarabın mevc-i alinde.
Nümayan mel’anet sakisinin çirkin cemalinde!
Nemazi var, ne ati, bak şu ayyaşın hayalinde…
Tutup bir zehr-i ateşnak dest-i bi-mecalinde,
Zeval-i ömrü bekler hem şebabın ta kemalinde!
Meraret intıba’ etmiş cebin-i infialinde…
Derin bir iltivanın sine-i zerd-i melalinde
Odur ancak hüveyda ser-nüvişt-i bi-mealinde,
Müebbed bir denisyan nazra-i sengin-i lalinde.
Canım sıkıldı dün akşam, sokak sokak gezdim;
Sonunda bir yere saptım ki, önce bilmezdim.
Bitince bir sıra ev, sonra bir de vi’rane,
Dikildi karşıma bir han kılıklı meyhane:
Basık tavanlı, karanlık sefil bir dükkan;
İçinde bir masa, yahud civar tabutluktan
Atılma çok ölü görmüş acıklı bir teneşir!
Yanında hurdası çıkmış bir eski püskü sedir.
Sakat, bacaksız on onbeş hasırlı iskemle,
Kırık dökük şişeler, bir de çinko tepsiyle
Beş on kadeh, iki üç testi… Sonra tezgahlık
Eden yan üstüne devrilme kirli bir sandık.
Sönük sönük yanıyar rafta isli bir lamba…
Önünde bir küme: Fes, takke, hırka, salta, aba
Kımıldanıp duruyorken, sefil bir sohbet,
Bu isli zulmete vermekte büsbütün vahşet:
– Kuzum Dimitri, bu akşam biraz ziyadece ver…
– Ziyade, anladık amma ya içtiğin şişeler?
– Çizersin…
– Öyle mi? Lakin silinmiyor çetele!
Bakın tavan tebeşirden görünmez oldu…
– Hele!
– Bizim peşin paramız… Alınadın mı dün kuruşu?
– Ay ol, tükendi m ezen… Bari koy biraz turşu.
Arattı kendini ustan… Dinince dinlensin!
– Hasan be, sen de nasıl nazlı nazlı söylersin!
Nedir o türkü… Aman başka yok mu? Halı, şöyle!
– Ömer, ne nazlanıyorsun? Biraz da sen söyle.
– Nevazil olmuşum Ahmed, bırak sesim yok hiç…
– Sesin mi yok? Açılır şimdi: Bir imam suyu iç!
– Yarın ne iştesin Osman?
– Ne işteyim… Burada!
– Dimitri çorbacı, doldur! Ne durmuşun orada?
– O kim gelen?
– Baba Arif.
– Sakallı, gel bakalım…
Yanaş
– Selamün aleyküm.
– Otur biraz çakalım…
– Dimitri, hey, parasız geldi sanma, işte para!
– Ey anladık a kuzum…
– Sar be yoldaşım cıgara…
– Aman bizim Baba Arif susuz musuz içiyor!
– Onun bi dalgası olmak gerek: Tünel geçiyor.
– Moruk, kaçıncı kadeh? Şimdicek sızarsın ha!
– Sızarsa mis gibi yer, yatmamış adam değil a.
Yavaş yavaş kafalar, kelleler kızışmıştı,
Ağız, burun, hele sesler bütün kanşmıştı;
Dikildi ağzına, baktım, açık duran kapının,
Fener elinde bir erkek, yanında bir de kadın.
Beş on dakika süren bir düşünceden sonra,
Kadın da girdi o zulmet sera-yı menffira.
Gözünde ebr-i te’essür, yüzünden hfin-i hicab,
Vücudu ra’şe-i naçar-ı ye’s içinde harab,
Teveccüh eyleyerek sonradan gelen Baba’ya:
– Demek taşınmalı artık çoluk çocuk buraya!
Ayol, nedir bu senin yaptığın? Utan azıcık…
Anan da, ben de, yumurcakların da aç kaldık!
Ne iş, ne güç, gece gündüz içip zıbar sade;
Sakın düşünme çocuklar aceb ne yer evde?
Evet, sen el kapısında sürün işin yoksa;
Getir bu sarhoşa yutsun, getir paran çoksal
Zavallı ben… Çamaşır, tahta, her gün uğraş da,
Sonunda bir paralar yok, el elde baş başta!
O tahtalar, çamaşırlar da geçti: Yok halim…
Ayakta sallanışım zorladır Buda alim!
Çalışmadın, beni hep bunca yıl çalıştırdın;
O yavrucakları çıplak, sefil alıştırdın;
Bilir mahalleli kim aldığın zamanda beni,
Çehiz çimenle donatmıştı beybabam evini.
Ne oldu şimdi o eşya? Satıp kumarda yedin.
Evet, kumarda yedin, hem de Karşılar’da yedin!
Kızın yetişti, alan yok, nasıl olur ki? Soran
“Şu sarhoşun kızı İffet değil mi? Vazgeç aman! ”
Diyen kadınlara; “Pek doğru, pek” deyip gidiyor:
Bu söz zavallıyı bilsen ne türlü incitiyor!
Benim güzel meleğim, hiç de tali’in yokmuş:
Anan benim gibi sersem; babansa bir sarhoş!
Necip de minderi koltukta geldi mektepten…
Demiş ki kalfa: “Sekiz aydır almadım hele ben
Ne haftalık, ne de aylık… Senin baban olacak
Kumarcı, oğlu için az yesin de tutsun uşak! ”
Koğuldum anne! Deyip ağlıyor zavallı çocuk…
Ne yapsın annesi? Dünyada bir güvendiği yok!
o bari bir adam olsun da kalmasın cahil,
Demiştim olmadı… Lakin kabahat onda değil;
O, her sabah okuyordu gürül gürül cüzünü;
-Ayırmıyordu kitaptan ne olsa hiç gözünü.
Üç akşam oldu ki yoksun. Necip: Babam nerde!
Ben isterim onu mutlak demez mi? Bak derdel
Sular karardı; bu saatte hiç gezer mi kadın?
O, sarhoşun biri; tut kim sokak sokak aradın…
Nasıl bulursun a yavrum? Yarın gelir belki,
Dedim. Fakat çocuğun durmuyordu. Baktım ki
Avutmanın yolu yok; komşunun Hüseyin Ağa’yı
Alıp dolaşmadayım yatsı vakti dünyayı,
Anam benim gibi evlad doğurmaz olsaydı,
Bu hali görmeden evvel gözüm yumulsaydı!
Herif, şu halime bak, merhametli ol azıcık…
Bırak o zıkkımı, içtiklerin yeter artık.
Efendiler, ağalar, siz de bir nasihat edin,
Sizin de belki var evladınız…
– Hasan, ne dedin?
– Bırak köpoğlu kadın amma çalçeneymiş ha!
– Benimki çok daha fazlaydı.
-Etme!
-Elbet ya!
Onun için boş adım. Sen işitmedin mi Halim?
– Kadın lakırdısı girmez kulağına zati benim.
Senin karım dediğin adeta pabuç gibidir:
Biraz vakit taşınır, sonradan değiştirilir.
Kadın bu sözleri duymaz, tazallüm eylerdi;
Herif mezar taşı tavrıyle sade dinlerdi.
Açıldı ağzı nihayet, açılmaz olsa idi!
Taşıp döküldü, içinden şu la’net-i ebedi:
-Cehennem ol seni hınzır orospu, git: Boşsun!
-Ben anladım işi: Sen komşu, iyice sarhoşsun;
Ayıltınız şunu yahu!
– İlişmeyin!
-Bırakın!
Herif ayıldı mı, bilmem, düşüp bayıldı kadın!
Resim İçin
Beni rahmetle anarsın ya, işitsen, bir gün,
Şu sağır kubbede, haib, sesimin dindiğini?
Bu heyulaya da bir kerrecik olsun bak ki,
Ebediyyen duyayım kabrime nur indiğini.
Hilvan, 10 Teşrînisânî 1347 (10 Kasım 1931)
İsmi Olmayan Şiirler 4
Muslumanlik sizi gayet siki, gayet saglam,
Baglamak lazim iken, anlamadim, anliyamam,
Ayrilik hissi nasil girdi sizin beyninize?
Fikr-i kavmiyyeti seytan mi sokan zihninize?
Birbirinden muteferrik bu kadar akvami,
Ayni milliyetin atlinda tutan islam’i,
Temelinden yikacak zelzele, kavmiyettir.
Bunu bir lahza unutmak ebedi haybettir…
Arnavutlukla, Araplikla bu millet yurumez..
Son siyasetse bu! Hic boyle siyaset yurumez!
Sizi bir aile efradi yaratmis Yaradan;
Kaldirin ayrilik esbabini artik aradan.
Siz bu davada iken yoksa, iyazen-billah,
Ecnebiler olacak sahibi mulkun nagah.
Diye dursun atalar: ‘Kal’a icinden alinir.’
Yok ki hicbir isiden… Millet-i merhume sagir!
Bir degil mahvedilen devlet-i islamiyye…
Girdiler ayni siyasetle butun makbereye.
Girmeden tefrika bir millete, dusman giremez;
Toplu vurdukca yurekler, onu top sindiremez.
Birakin eski hukumetleri meydandakiler
Yetisir, soyle bakip ibret alan varsa eger.
iste Fas, iste Tunus, iste Cezayir, gitti!
iste irak’i da taksim ediyorlar simdi.
İsmi Olmayan Şiirler 2
Sabah iskambil atar kahvede, aksam domina…
……….
Koylunun bir seyi yok, sihhati, ahlaki bitik;
Bak o sirtindaki mintan bile tiftik tiftik.
Bir kemik, bir deridir olmedi kaldiysa diri;
Nerde evvelki refahin ancak onda biri?
Dam cokuk, arsa rehin, bahceyi icra ister;
Bir kalem borca bedel faizi defter defter!
Hic bakim gormediginden mi nedendir, toprak,
Verilen tohmu da inkar edecek, oyle corak,
Bire dort aldigi yil koylu emin ol, kudurur:
Har vurur bitmeyecekmis gibi, harman savurur.
Ugramaz, gun kavusur, citine yahut evine;
Sabah iskambil atar kahvede, aksam domine.
Muhtasar, gayr-i mufid ilmi kadardir dini;
Ne evamir, ne nevahi, secemez hicbirini.
Namazin semtine bayramlarda ugrar sade;
Hic su gormez yuzunun dusmanidir seccade.
Hani, uc bes kisiden fazla musalli arama;
Mescid ambarlik eder, baska ne yapsin, imama!
Okumak bahsini gec, Cunku o defter kapali,
Bir redif zabiti mektepleri debboy yapali,
Sitma, fuhus, icki, kumar, turlu fecayi’ salgin…
Sonra soylenmiyecek sekli de var hastaligin.
Bir taraftan bulanir levse hesapsiz namus;
Bir taraftan serilir topraga milyonla nufus.
İsmi Olmayan Şiirler 5
Umidin her zaman haib, nasibin daima nekbet;
Hayatin gecti husranlarla ey gun gormeyen millet!
Ne devletsiz basin varmis, ne mel’un tali’in, hayret!
Muebbed bir hayat ummus da icmistin.. Fakat seyret:
Nasil zehr oldu birden diktigin sahba-yi hurriyet!
Meger altust olurmus en muazzam ars-i istiklal;
Meger pamal edermis en bulend akvami izmihlal;
Meger birden olurmus altiyuz yil beslenen amal,
Ufuklar, bak, adem rendinde zulmetlerle malamal..
Ne beklerdik, nasil ciktin sen ey ferda-yi istikbal!
Bu istikbali ruyamizda gorseydik inanmazdik!
‘Sabah olmus’ dedik, sezmekle bir avare aydinlik.
Ne haybettir: degilmis fecr-i kazibler kadar sadik!
Cahimi bin hatar kat kat yigilmis, gelde yirtip cik!
ilahi! Bir isik goster, bunaldik busbutun artik!
Fakat hey saskin, istimdad icin Hak’dan yuzun var mi?
Kitabullah’a yuksekten bakan gozler de aglar mi?
Muhakkar gordugun kuvvet bu gun bir bak, muhakkar mi?
Demezdin, ruhu Kur’an’in o lakaydiyle muztar mi?
Ya sen muztar kalir, feryad edersen, aldirirlar mi!
Evet, sen boyle bir ferda-yi mahser-hizi ummazdin,
Haberdar eyleyenler oldu; guldun. Pek de kurnazdin!
Kudurmustan beter bir hale geldin, durmadin azdin!
Dusen ma’suma cikmak gayr-i kaabil bin cukur kazdin:
Gomup ahlaki, artik fuhs icin bah-name’ler yazdin!
Utanmak bilmiyorsun, anladik, lakin ne isterdin:
Su milletin ki levsiyyati bir ‘meslek’ deyip verdin?
ibadullahi saptirdin, fakat bir yol mu gosterdin?
Gorursen nerden bir namus, fush-abada gonderdin;
Sezersen kimde na-merdane bir fitrat, kanat gerdin!
*
* *
Biyik kirpik, sakal yontuk da tirnaklar birer parmak;
Yikanmaz bir surat, sol gozde beyzi cam, fakat parlak;
Hamamsiz ensenin sirtinda bir yag var: kayar yavsak!
Su, kalcinlarla kivrik pantalon altinda, kiskivrak
Seken Osmanli centilmeninde hicbir duygu yok mutlak…
Utanmak ver, yeter, kaabilse Allah’im, utandirmak!
Balıkesir
O yeşil toprağın ey yüzler ağartan Karesi,
Şimdi binlerce şehîdin kanayan makberesi.
Sana hasret kalan evlâdın için dünyâda
Varsa kahrolmadan ârâm edecek yer neresi?
Hani gökkubbenin altında görülmüş mü eşin?
Dağların bağ, hele vâdîlerin altın deresi!
Ey benim her taşı bir ma’bed-i îman yurdum,
Seni er geç bana mutlak verecek Ma’bûd’um!
Ağlarım Ağlatamam
Ne hüviyyette şu karşında duran eş’ârım:
Bir yığın söz ki, samîmiyyeti ancak hüneri;
Ne tasannu’ bilirim, çünkü, ne san’atkârım.
Şi’r için “gözyaşı” derler; onu bilmem, yalnız,
Aczimin giryesidir bence bütün âsârım!
Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyleyemem;
Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım!
Oku, şâyed sana bir hisli yürek lâzımsa;
Oku, zîrâ onu yazdım, iki söz yazdımsa.
Hayır, hayal ile yoktur benim alışverişim,
İnan ki her ne demişsem görüp de söylemişim.
Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek:
Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek.
Bu Da Bir Mezar Taşı İçin Yazılmış İdi
İnsanlara en derin meâli,
Bir vahy-i bülend kudretiyle,
Telkîn ediyor lisân-ı hâli!
Ondan da alınmıyorsa ibret,
Yok bir daha almak ihtimâli!
Binlerce vücûd-i nâzenînin
Bir servi hayâl-i yâl ü bâli,
Binlerce ser-i semâ-güzînin
Bir kabza türâb olur zevâli.
Her seng-i mezâr bin hayâtın
Fânîlere karşı infiâli.
Görsün de bu inkılâbı insan,
Dehrin nedir anlasın kemâli!
Zâir bu hakâikin önünde
Hâlâ mı bırakmadın hayâli?
Kıt’a
Beden hazzeyler amma rûh zevk almaz atâletten:
Çalışmak sonra dinlenmektir ancak kârı dünyânın.
Eğer eğlence iş olmaz da iş eğlence olmuşsa,
Güzâr etmiş demektir zevk içinde ömrü insânın.
Hüsâm Efendi Hoca
Nasılsa ismini duymuş ki bendegânından,
Hüsâm Efendi’yi aldırmak istemiş Sultan.
İrâdeler geledursun, o, i’tizâr ederek,
Saray civârına yaklaşmamış, değil gitmek.
Bu izz ü nâz üzerinden epey zaman geçmiş;
Günün birinde, Beşiktaş taraflarında bir iş,
Sürüklemiş o havâlîye Mesnevî-hânı.
Duyunca vak’ayı Abdülmecîd’in erkânı,
«Çağırtalım mı? » demişler; «evet» demiş, Hünkâr;
Takım takım yola çıkmış hemen silâhşorlar.
Hüsâm Efendi henüz Dolmabahçe’lerde iken,
Gelip yetişmiş adamlar, üçer beşer, geriden.
— Efendimiz bizi gönderdi, çok selâm ediyor;
«Görüşmek istiyorum, kendi istemez mi? » diyor.
Uzun değil ki saray, işte dört adımlık yer;
Hemen dönün, gidelim, hiç düşünmeyin bu sefer!
Dönün, ricâ ederiz…
— Dinleyin, sabırlı olun:
Ben elli beş senedir teptiğim yegâne yolun,
Henüz sonundan uzakken, tükendi gitti ömür;
Tutup da bir geri döndüm mü, yandığım gündür!
Hakkın Sesleri’nden
Üç beyinsiz kafanın derdine, üç milyon halk
Bak nasıl doğranıyor? Kalk, baba, kabrinden kalk!
Diriler koşmadı imdâdına, sen bâri yetiş…
Arnavutluk yanıyor… Hem bu sefer pek müdhiş!
Tek kıvılcım kabarıp öyle cehennem kustu:
Ki hemen kol kol olup sardı bütün bir yurdu.
O ne yangın ki: Ocak kalmadı söndürmediği!
O ne tûfan ki: Yakıp yıktı bütün vâdîyi!
Âşinâ çehre arandım… O, meğer, hiç yokmuş…
Yalınız bir kuru çöl var ki, ne sorsan: Hâmûş!
Âşinâ çehre de yok hiçbirinin yâdı da yok;
Yakılan bunca hayâtın, hani, ecsâdı da yok!
Yoklasan külleri, altından, emînim, ancak
Kömür olmuş iki üç parça kemiktir çıkacak!
Baba! En sevgili annen, o senin öz vatanın
Olacak mıydı fedâ hırsına üç kaltabanın?
Dedemin sürdüğü, can ektiği toprak gitti…
Öyle bir gitti ki hem: Bir daha gelmez ebedî!
Ne olurdun bunu kalkıp da göreydin acaba?
“Meşhed”in beynine haç saplanacak mıydı baba!
Ne felâket: Dönüversin de mesâcid ahıra,
Hırvat´ın askeri tepsin çıkıp üstünde hora!
Bâri bir hâtıra kalsaydı şu toprakta diri…
Yer yarılmış, yere geçmiş, şühedâ türbeleri!
Nerde olsam çıkıyor karşıma bir kanlı ova…
Sen misin, yoksa hayâlin mi? Vefâsız Kosova!
Hani binlerce mefâhirdi senin her adımın?
Hani sînende yarıp geçtiği yol “Yıldırım “ın?
Hani asker? Hani kalbinde yatan Şâh-ı Şehîd?
Ah o kurbân-ı zafer nerde bugün? Nerde o iyi?
Söyle, Meşhed, öpeyim secde edip toprağını;
Yok mudur sende Murâd´ın iki üç damla kanı?
Âh Meşhed! O ne? Sâhandaki meyhâne midir?
Kandilin, görmüyorum, nerde? Şu peymâne midir?
Ya harîminde yatan,şapkalı sarhoşlar kim?
Yoksa yanlış mı? Hayır, söyleme, bildim… Bildim!
Basacak mıydı, fakat, göğsüne Sırb´ın çarığı?
Serilip yerlere binlerce şehîdin sarığı,
Silecek miydi en alçak neferin çizmesini?
Dürtecek miydi geçen, leş gibi her lîmesini?
Ya şu üç parçalı bayrak dikilirken tepene,
Niye indirmedi, kim çıktı bu halkın önüne?
Hani, milletlere meydan okuyan kavm-i necîb?
Görmedim bir kişi, tek bir kişi meydanda…Garîb!
Hani, haysiyyetinin gölgesi çiğnense eğer;
-Olmadan üç kişinin, beş kişinin, hûnu heder-
Kahraman gayzı yatışmaz, kanı coşkun efrâd?
İşte haysiyyet-i kavmiyye muhakkar, berbâd!
Hani “Nâ-mahreme ben söyliyemem kızlarımın,
Karımın ismini… Hem öldürürüm, sorma sakın!
Diye, tahrîr-i nüfûs istemiyen er kişiler!
Hani, göstermediler eski celâdetten eser;
Fuhşu i´lâya koşan bir sürü nâ-merd öteden,
Ne selâmlık ne harem dinlemeyip çiğnerken!
Hani, ey kavm-i esâret-zede, muhtâriyyet?
Korkarım,,şimdi nasîbin mütemâdî haybet!
Hani, ey unsur-i bî-râbıta, istiklâlin?
Ebediyyen, sanırım, söndü bütün âmâlin!
Hani “Başkım” cıların kurduğu yüksek hülyâ?
Seni yıllarca avutmuş da o mel´un rü´yâ,
Uyumuştun… Ya uyansaydın eder miydi tebâh,
Mülkü, birdenbire âfâka çöken kanlı sabah?
Karadağ haydudu, Sırp eşşeği, Bulgar yılanı,
Sonra Yunan iti, çepçevre kuşatsın vatanı…
Târümâr eyleyiversin de bütün ordumuzu,
Bizi kovsun elimizden alarak yurdumuzu.
Kimsesiz ailelerden kimi gitsin bıçağa
Kimi bin türlü fecâ’atle çekilsin kucağa…
Birinin ırzı heder, diğerinin hûnı helâl…
İşte, ey unsur-i isyan, bu elîm izmihlâl,
Seni tahrîk eden üç beş alığın ma´rifeti!
Ya neden beklemiyordun bu rezîl âkıbeti?
Hani, milliyyetin İslâm idi… Kavmiyyet ne!
Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyyetine.
“Arnavutluk” ne demek? Var mı şerîatte yeri?
Küfr olur, başka değil, kavmini sürmek ileri!
Arabın Türke; Lâzın Çerkese, yâhud Kürde;
Acemin Çinliye rüchânı mı varmış? Nerde!
Müslümanlık´ta “anâsır”mı olurmuş? Ne gezer!
Fikr-i kavmiyyeti tel´în ediyor Peygamber.
En büyük düşmanıdır rûh-i Nebî tefrikanın;
Adı batsın onu İslâm´a sokan kaltabanın!
Şu senin âkıbetin bin bu kadar yıl evvel,
Sana söylenmiş iken doğru mudur şimdi cedel?
Artık ey millet-i merhûme, sabâh oldu uyan!
Sana az geldi ezanlar, diye ötsün mü bu çan?
Ne Araplık ne de Türklük kalacak aç gözünü!
Dinle Peygamber-i Zîşân´ın İlâhî sözünü.
Türk Arapsız yaşamaz, kim ki ’ yaşar’ der delidir,
Arab’ ın, Türk ise hem sağ gözü, hem sağ elidir.
Veriniz baş başa; zîrâ sonu hüsrân-ı mübin:
Ne hilafet kalıyor ortada billâhi, ne din!
“Medeniyyet! ” size çoktan beridir diş biliyor;
Evvela parçalamak sonra da yutmak diliyor:
Arnavutlar size ibret olacakken, hâlâ,
Ne bu şûrîde siyâset, ne bu fâsid da´vâ?
Görmüyor gittiği yanlış yolu, zannım, çoğunuz…
Size rehberlik eden haydudu artık kovunuz!
Bunu benden duyunuz, ben ki, evet, Arnavudum…
Başka bir şey diyemem… İşte perişan yurdum! ..
(Babam Fâtih müderrislerinden İpekli Hoca Tâhir Efendi merhumdur ki, benim hem babam, hem hocamda. Ne biliyorsam kendisinden öğrendim. Şiirin daha iyi anlaşılmasına merhumun da rahmetle anılmasına vesîle olur diye şu haşiyeyi yazmaya mecbur oldum.)
Acem Şâhı
Gürz-i girân-ı zulmünü ey kanlı nâsiye;
Eyvân-ı zer-cidârına as ziynetin diye!
Al kanlı bir kefenle donat hayme-gâhını,
Canlarla yak meşâil-i mâtem-penâhını!
Makberlerin hufeyre-i muzlim-dehanları,
Dendân-ı gayz u kahra şebîh üstühanları
Yâd eylesin mezâlimini tâ ebed senin,
Ey cebhesi kitâbesi bin kanlı medfenin!
Ey bir hayâle tuhfe kılan bin hakîkati,
Ey âhenîn eliyle kazıp kabr-i milleti,
Nûr-i hayât ufuklarını herc ü merc eden,
Leylin şedîd zulmetini rûha mezc eden!
Envâr-ı mihr-i fikri sen ey hâksâr eden,
Meyyitlerin izâmı gibi târumâr eden!
Ey hâdimi serâçe-i mâtem-feşanların!
Rahş-ı akûr-i zulmüne pâmâl olanların
Gül-gonce-i mezârı mıdır tâc-ı devletin?
Tutmuşsa da avâlim-i efkârı şöhretin,
Zannetme ki hükûmetinin efseriyledir…
Sa’dî’lerin mezâr-ı çemen-ber-seriyledir.
Sa’dî’lerin mezârı, evet, bir avuç türâb…
Tahtınsa bir cihan ki senin âsüman-meâb!
Lâkin o kabre bence fedâ taht ü efserin…
Makber-güzîn olup da sükût eyleyenlerin
Feryâd-ı vâpesînine değmez bu velvelen…
Mudhik gelir nigâh-ı temâşâma hâilen!
Bin mülkü, milleti yok eden pençe-i felek,
Bir şahsı şüphesiz ebedî kılmamak gerek.
Mâzî ki işte makbereler mâverâsıdır,
Milletlerin haziyre-i zâir-cüdâsıdır,
Atfeylesen nigâhını ka’r-ı zalâmına:
Milletlere gözün ilişir na’ş nâmına!
Dârâ’ların o nâsiye-i târumârını,
Ecdâdının izâmını, çökmüş mezârını
Pîş-i nigâh-i ibretine al da bir düşün…
Çoktur bu rütbe dağdağa bir kabza hâk için!
İklîmler alan o muazzam Napolyon’un
Bir hufredir kazandığı şey. İşte bak onun
En son serîri makbere-i mâtemîsidir,
Akreplerin nedîmi, yılanlar enîsidir!
Yer kalmamış sarây-ı muallâna bak utan:
Mâtem-sarâylarla dolu sâha-i vatan!
Emr-i cihan-mutâı bu dünyâyı râm eden
Eslâfının -bugün düşünürsen- değil iken
Toprak dolan dehenleri feryâda muktedir,
Hâlâ senin bu velvele-i nahvetin nedir?
Bu müdhiş velvelen Îrân’ı dâim inletir sanma.
«Muzaffersin! » diyen sesler bütün hâindir, aldanma.
Zafer-yâb olduğun kimdir? Düşün bir kerre, millet mi?
Adâlet isteyen bir kavmi vurmak gâlibiyyet mi?
Nasîbin yok mudur bir parça olsun âdemiyyetten?
Nasıl aldırmıyorsun yükselen feryâda milletten?
Emîn ol bunca mazlûmun yüreklerden kopan âhı,
Tependen indirir, elbette birgün lâ’netu’llâhı!
Sığınmış olduğun şevket-sarây-ı zulmü pek muhkem
Hayâl etmektesin… Lâkin ne bârûlar, ne müstahkem
Penâh-ı bî-emanlar, heybet-i Kahhâr-ı Mutlak’la,
Kökünden devrilip bir anda yeksân oldu toprakla!
O, bir çok memleket vîran edip yaptırdığın eyvan
Harâb olmaz mı? Kabristâna dönmüşken bütün Îran?
Evet, Îrân’ı kabristâna döndürdün, helâk ettin;
Kefen yaptın girîbân-ı ümîdi çâk çâk ettin!
«Bütün dünyâ için bir damla kan çoktur» diyorlar, sen,
Şu ma’sûm ümmetin seller akıttın hûn-i pâkinden!
Yüzünden perde-i temkîni artık kaldırıp attın:
Ne mâhiyyet, nasıl fıtrattasın, dünyâya anlattın!
Livâü’l-hamd-i hürriyyet iken İslâm için gâyet,
Nedir pâmâl-i istibdâdın olmak öyle bir râyet?
Kazak celbeyleyip tâ Rusya’dan sâdâtı çiğnettin;
Yezîd’in rûhu şâd olsun… Emînim çünkü şâd ettin!
Şehâmet gösterip binlerce beytullâhı bastırdın;
Şecâat arz edip birçok ricâlullâhı astırdın!
Ne Allah’tan hayâ ettin, ne Peygamber’den âr ettin:
Devirdin kâ’be-i ulyâ-yı dîni, hâk-sâr ettin!
Hamâset-perverân-ı kavmi tuttun bir bir öldürdün,
Umûmen Şark’ı ağlattın, umûmen Garb’ı güldürdün…
Hayır, hiçbir gülen yok, sızlıyor Garb’ın da vicdânı,
Görüp ecsâd-ı mazlûmîne meşher hâk-i Îrân’ı!
O Sa’dî’ler, o Hâfız’lar, o Firdevsî, o Râzî’ler,
Gazâlî’ler, o Kutbüddîn, o Sa’düddîn, o Kàdî’ler
Yetiştirmiş; o Örfî’nin, o birçok şems-i irfânın
Ziyâsından tenevvür eylemiş iklîmi dünyânın,
Bugün makhûr-i nâdânîsidir bir fırka haydûdun!
Nedir pinhân olan esrârı bilmem bunda Ma’bûd’un?
Hayır, Ma’bûd’a ircâında yoktur bunların ma’nâ:
Yataklık eylemez cânîye -hâşâ- bir zaman Mevlâ.
Şehâmet-perverâ, Şâhâ! Zaman, bî-dâdı kaldırmaz;
Hatâ etmektesin şâyed diyorsan «Kimse aldırmaz.»
Bu istibdâda artık bir nihâyet ver ki: İstikbâl
Karanlık derler amma işte pek meydanda: İzmihlâl!
Bir Mezar Taşınayazılmış İdi
Telâkî-gâhıdır makber denen son menzil-i ârâm.
Hayat ölmekle bitmiş olsa bir şey anlaşılmazdı,
Evet, bir ömr-i sânî var: Değil hilkat abes mâdâm.
Sen ey gâfil beşer, âlemde bir te’mîn-i istikbâl
Edeydim, der çekersin ihtiyârî bir yığın âlâm.
Eğer üç günlük istikbâl için ferdâyı anmazsan,
Hederdir, korkarım, dünyâda imrâr ettiğin eyyâm.
Hakîkî bahtiyâr ancak o âdemdir ki, dünyâdan
Giderken mâmelek nâmıyle terk eyler büyük bir nâm.
İlâhî! Doğru bir meslek nasıl bulsunlar insanlar,
Hakàik hep dururken perde-pûş-i zulmet-i evhâm?
Bayram 2
Mecmûa demekse müslümanlar;
Şîrâze-i ictimâ’ı dindir.
Yok râbıta başka, varsa din var.
«Bayram! » diye ey kucaklaşan halk,
İnsanları hangi kayd bağlar?
Sen din ile pâyidâr olursun;
Din gitti mi târumâr olursun!
Azimden Sonra Tevekkül
«Bir kere de azmettin mi, artık Allah’a dayan…»
— «Allâh’a dayanmak mı? Asırlarca dayandık!
Düştükse bu hüsrâna, onun nârına yandık!
Yetmez mi çocukluktaki efsâneye hürmet?
Hâlâ mı reşîd olmadı, hâlâ mı bu ümmet?
Dersen ki: Ufuklarda bir aydınlık uyansın;
Mâzîye ateş vermeli, baştan başa yansın!
Şaşkınlık olur köhne telâkkîleri ihyâ;
Şeydâ-yı terâkkî, koşuyor, baksana dünyâ.
Elverdi masal dinlediğim bunca zamandır;
Ben kanmıyorum, git de sen aptalları kandır! »
— Allâh’a değil, taptığın evhâma dayandın;
Yandınsa eğer, hakk-ı sarîhindi ki yandın.
Meflûc ederek azmini bir felc-i irâdî,
Yattın, kötürümler gibi, yattın mütemâdî!
Mâdem ki didinmez, edemez, uğraşamazsın;
İksîr-i bekà içsen, emîn ol, yaşamazsın.
Mevcûd ise bir hakk-ı hayât ortada, şâyed,
Mutlak değil elbette, vazîfeyle mukayyed.
Takyîd-i İlâhî ki: Bilâ-kayd ona münkàd,
Kalbinde cihanlar darabân eyleyen eb’âd.
Lâ-kayd olamazdın, biraz insâfın olaydı,
Duydukça bütün sîne-i hilkatten o kaydı.
«Allâh’a dayandım! » diye sen çıkma yataktan…
Ma’nâ-yı tevekkül bu mudur? Hey gidi nâdan!
Ecdâdını, zannetme, asırlarca uyurdu;
Nerden bulacaktın o zaman eldeki yurdu?
Üç kıt’ada, yer yer, kanayan izleri şâhid:
Dinlenmedi bir gün o büyük nesl-i mücâhid.
Âlemde «tevekkül» demek olsaydı «atâlet»,
Mîrâs-ı diyânetle yaşar mıydı bu millet?
Çoktan kürenin meş’al-i tevhîdi sönerdi;
Kur’an duramaz, nezd-i İlâhî’ye dönerdi.
«Dünya koşuyor» söz mü? Berâber koşacaktın;
Heyhât, bütün azmi sen arkanda bıraktın!
Mâdem ki uyandın o medîd uykularından,
Bir parçacık olsun, hadi, hiç yoksa, kımıldan.
Ensendekiler «leş» diye çiğner seni sonra;
Ba’sin de kalır tâ gelecek nefha-i Sûr’a!
Çiğner ya, tabî’î, ne düşünsün de bıraksın?
Bir parça kımıldan, diyorum, mahvolacaksın!
Dünyâ koşuyorken yolun üstünde yatılmaz;
Davranmayacak kimse bu meydâna atılmaz.
Müstakbeli bul, sen de koşanlarla bir ol da;
Mâzîyi, fakat, yıkmaya kalkışma bu yolda.
Ahlâfa döner, korkarım, eslâfa hücûmu:
Mâzîsi yıkık milletin âtîsi olur mu?
Ey yolcu, uyan! Yoksa çıkarsın ki sabâha:
Bir kupkuru çöl var; ne ışık var, ne de vâha!
Âmin Alayı
«Gözüm ki kana boyandı, şarâbı neyleyeyim?
Şarâbı neyleyeyim?
Ciğer ki odlara yandı, kebâbı neyleyeyim?
Kebâbı neyleyeyim?
Ne yâre yaradı cismim, ne bana, bilmem hiç!
İlâhî ben bu bir avuç türâbı neyleyeyim?
Türâbı neyleyeyim? Âmin! Âmin! » (1)
En önde, rahlesi âgûş-i ihtirâmında,
Ağır ağır yürüyen bir dokuz yaşında melek;
Beş on adım geriden, pîş-i ihtişâmında,
Şafak ziyâları hattâ ufûl edip gidecek
Kadar lâtîf, iki ma’sûmu bir açık payton
Vakàr u nâz ile çekmekte; arkasında bunun,
Küçük adımlı yaman bir tabur ki hayli uzun!
O rûhtan daha sâfî olan yüreklerden,
Zaman zaman bir İlâhî terâne yükseliyor;
Bu cûş-i safvetin aksiyle tâ meleklerden
Zemîne doğru bir «âmin! » sadâsıdır geliyor.
Muhîti her birinin bir sabâh-ı nûrânûr,
Bütün bu kàfile efrâdı, pür-sürûd-i sürûr,
Yarıp önünde duran halkı muttasıl gidiyor!
Bu bir ketîbe-i ma’sûmedir ki, ey millet:
Selâma durmalısın şanlı rehgüzârında;
Bu bir cenâh ki: Âtîde bir ufak hareket
Yapıp cihanları oynatmak iktidârında!
Gelir de sâye-i imdâd-ı Hak’ta bir gün, bu,
Girer diyâr-ı meâlîye doğrudan doğru.
Bu ancak işte, eğer varsa, şanlı bir ordu!
Evet, ilerlemek isterse kârvân-ı şebâb,
Yolunda durmaya gelmez. O, çünkü durmayarak,
Sabâh-ı sermed-i âtîye eylemekte şitâb;
O çünkü isteyemez hâle katlanıp durmak!
Onun kudûmü için nâzenîn-i istikbâl,
Açar da sîne, o olmaz mı per-güşâ-yi visâl?
Durur mu artık onun karşısında mâzî, hâl?
Fakat o zemzemeler uçtu hep dudaklardan…
Sürûd-i neşve bu âlemde pek süreksizdir!
Ağır ağır geçiyorken alay sokaklardan,
Gelir de caddenin ağzında mıhlanır, dikilir,
Mehîb-manzara bir anlı şanlı gerdûne;
İçinde pudralı üç kanlı çehre! Neyse yine,
Yol açtı bir iri ses mevkibin geçip önüne:
— Siz ey heyâkil-i bî-rûhu devr-i mâzînin,
Dikilmeyin yoluna kârvân-ı âtînin;
Nedir tarîkini kesmekte böyle isti’câl?
Durun, ilerlesin Allâh için, şu istikbâl.
(1) “Hüzzâm makàmında olan bu ilâhîyi Üstad hiç dilinden düşürmezdi. Hemen her günokurdu. Ve okudukça heyecâna gelirdi.” Eşref Edib, Mehmed Âkif, c. 2, s. 30, 1939.“Vefatından üç dört gün evvel (en çok sevdiği şiiri) yine sordum. Yine bunu okudu…Öyle bir nefesle okudu ki… İnşâdında bile îman.” Fuad Şemsi, Âkifnâme, s. 243, 1966.“Şiir Safvet’in imiş. Son beyti şöyle:O günde bîçâre Safvet/Hesâbı neyleyeyim? ”H. BasriÇantay, Âkifnâme, s. 130.
Âsım
Kardeşim Fuad Şemsî’ye
HOCAZÂDE Merhum Hoca Tâhir Efendi’nin oğlu.
KÖSE İMAM Merhum Hoca Tâhir Efendi’nin şâkirdlerinden.
ÂSIM Köse İmam’ın oğlu.
EMİN Hocazâde’nin oğlu.
— Vay Hocam! Vay gözümün nûru efendim, buyurun!
Hangi rüzgârdır atan sizleri? .. Lûtfen oturun.
Mütehassirdik efendim, ne inâyet! Ne kerem!
Öpmedik afvediniz…
— Çok yaşa… Lâkin… Veremem.
— Bütün İstanbul’un ağzında gezen elleriniz,
Bize nâz etmese olmaz mı efendim? Veriniz.
— Döktüğün dillere bittim, seni çok sözlü seni!
Ayda, âlemde bir olsun aramazsın Köse’ni.
Bu herif öldü mü, sağ kaldı mı, derler de ayol,
Baba dostuysam eğer kalkıp ararlar bir yol.
Yoksa yaşlanmaya görsün, adamın hâli yaman…
Ne fenâ günlere kaldık, aman Allâh’ım aman!
«Nesl-i hâzır» denilen şey pek acâib bir şey:
Hoca rahmetliye bak, oğluna bak, hey gidi hey! ..
— Amma tekdîr ediyorsun, canım ilkin adamı…
Bir selâm ver bakalım, böyle Selâmsız’dan mı?
— Selâmun aleyküm.
— Aleyküm selâm…
Barıştık, yüzün gülsün artık, İmam.
— Hele dur, öfkemi tekmilleyeyim…
— Tekmille!
Zâten eksik bir o kalmıştı: Hudâyî sille.
— Sanki dövsem ne yaparsın? Hocayız biz, döveriz…
Gül biter aşk ile vurduk mu…
— İnandım, câiz.
— Pek cılız çıktı bu «câiz», demek îmânın yok?
— Dayak «Âmentü»ye girdiyse, benim karnım tok.
Gül değil, kıl bile bitmez sopa altında!
— Hele!
— Öyle olsaydı, şu karşındaki yalçın kelle,
Fark olunmazdı Kızanlık’taki güllüklerden!
Bu dayak faslı da aç karnına bilmem nerden?
Dur ki çay demleyelim, nargile gelsin, kerem et.
— Söyle gelsin, hadi, zahmetse de…
— Hâşâ, rahmet.
— Enfiyen var ya?
— Tabî’î.
— Çekilir boydan mı?
— Burun aldatmaya kâfî.
— Bu nedir? Cerman mı?
— Karışık.
— Neyse, zarûrette pek a’lâ gidecek.
Hocazâdem, bakalım, bir de bizimkinden çek.
— Yerli mahsûlüne benzer mi desem? ..
— Kendisidir.
— Sen de tiryâki değilsin ya, pek a’lâ yetişir.
— Baban olsaydı da görseydi, işin vardı.
— Neyi?
— Çektiğin murdarı.
— Sevmezdi, evet, böyle şeyi.
— Neydi rahmetlide, lâkin, o temizlik, vay vay!
Azıcık benzemiş olsaydı ya mahdûmu da…
— Ay?
Şu babamdan nerem eksik, hadi, göster bakayım?
— Ama hiddetleneceksen ne suyum var, ne sayım?
Yok, eğer mum gibi dosdoğru cevâb istersen:
Babanın kestiği tırnak bile olmazsın sen.
— Ne nezâketli beyan: Hay gidi mum, tıpkı odun!
— Böyle hiddetlenecektin, neye râzî oldun?
— Oldum amma bu kadar doğrunun olmaz ki tadı…
«Selâmun aleyküm behey Kör Kadı! »
Seni çok sözlü dedin, yetmedi; tekdîr ettin,
Yine az geldi…
— Hayır, söylemedim, söylettin.
— Başladın şimdi de tahkîre… Kızılmaz mı Hoca?
— Zübbelik yok!
— O ne? Ben zübbe miyim?
— Oldukça.
— Vâkıâ çok severim, her ne desen aldırmam;
Bu, fakat hazmolunur parça değil… Pîr ol İmam!
— Sen de pîr ol.
— Ama kızdım.
— Ne tuhaf şeysin be:
Bir sözümden kızıyorsun.
— Kime derler zübbe?
— Sana derler.
— Niye?
— Hem benzemedin merhûma;
Hem neden benzemedin, dersen, efendim, sorma,
O ne hiddet, o ne şiddet! Çalışıp benzesene!
İlme vakfettiği dirsek babanın: Elli sene.
— Biz de az çok pala sürttük…
— Sana câhil demedik,
Yalınız zübbe dedik… Bak yine baktın dik dik.
Hoca rahmetli yetişmişti, düşün hem, nereden?
Kimin oğluydu baban? Kimdi unuttun mu deden?
İpek’in köylüsü, ümmî, yarı vahşî bir adam…
— Bâri yamyam de! Ne mâni’ ki, evet, ak yamyam!
— Dinle oğlum…
— Ne nezâhet bu Hocam? Hayrânım!
— Lâfı ağzımda bıraktın be kuzum, dur be canım…
— Cümle bitseydi, emînim ki, dedem gitmişti…
Dar yetiştim!
— Ne o, sırtlan da mı olduk şimdi?
— Neyse bahsinde devam et bakalım…
— İşte baban,
Bir şey öğrenmedi elbette o ümmî babadan.
Ne kazanmışsa, bütün, kendi kazanmış, kendi.
Zât-ı devletleri, lâkin azıcık çöplendi.
Sen duâ et babadan topladığın mîrâsa,
Hep onun himmetidir üç satır ilmin varsa.
— Üç satır hem de, İlâhî, ne tükenmez irfan!
— Hadi üç yüz satır olsun mütehammilse kafan.
Hoca’nın kâ’bına yükselmen için dağlar var.
— Tırmanırsam?
— Hadi tırman, bakalım, işte duvar.
— Göreceksin.
— Bu bacaklarla mı?
— Hay hay!
— Belli!
Yaşınız kaçtı paşam, elli mi?
— Yoktur elli.
— Aştınız kırkı ya?
— Kırk altıyı bulduk.
— A’lâ…
Yüzü bulsan, yine «hâlâ mı bu mektub, hâlâ! »
Arzı olmazsa hayâtın ne çıkar tûlünden?
Hani kırk altı yılın eldeki mahsûlünden?
Hangi bir fende teâlî edebildin, evlât?
Hangi san’atte rüsûhun göze çarpar? Anlat!
Ulemâdan mı sayıldın? Fukahâdan mı?
— Hayır.
— Ya siyâsî mi nesin? Kendine bir meslek ayır.
— Şâirim.
— Olmaz olaydın: O ne yüzler karası!
Bence dünyâdaki işsizlerin en maskarası.
— Afedersin onu!
— İmkânı yok etmem, ne demek!
Şi’re meslek diye, oğlum, verilir miydi emek?
Âh, vaktiyle gelip bir danışaydın Köse’ne,
Senin olmuştu bugün belki o kırk altı sene.
— Ama pek hırpaladın şi’ri…
— Evet, hırpaladım:
Çünkü merkep değilim, ben de mürekkep yaladım,
Ben de târîh okudum; âlemi az çok bilirim.
«Şuarâ» dendi mi, birdenbire oynar sinirim.
İyi gün dostu herifler, o ne yardakçı gürûh,
O ne müstekreh adamlar! Hani bakmak mekrûh.
Dalkavukluktaki idmanları sermâyeleri…
Onlar azdırdı, evet, başlıca pespâyeleri.
Bu sıkılmazlara «medh et! » diye, mangır sunarak,
Ne erâzil adam olmuş, oku târîhi de bak!
Edebiyyâta edebsizliği onlar soktu,
Yoksa, din perdesi altında bu isyan yoktu:
Sürdüler Türk’e «tasavvuf» diye olgun şırayı;
Muttasıl şimdi «hakîkat» kusuyor Sıdkı Dayı!
Bu cihan boş, yalınız bir rakı hak, bir de şarab;
Kıble: Tezgâh başı, meyhâneci oğlan: Mihrab.
Git o «dîvan» mı ne karn’ağrısıdır, aç da onu,
Kokla bir kerre, kokar mis gibi «Sandıkburnu! »
(*)
(1)
Beni söyletme neler var daha!
— Tekmilleyiver…
Sâde pek sövme ki, Peygamberimiz şi’ri sever.
— Vâkıâ «inne mine’ş-şi’ri…» büyük bir ni’met;
Dikkat etsen: Yine sevdikleri, lâkin, hikmet.
(*)
(2)
Ben ki Attâr ile Sa’dî’yi okur, hem severim;
Başka vâdîleri tutmuşlara ancak söverim.
Hem senin şi’re müdâfi’ çıkışın ma’nâsız:
Sana şâir diyen, oğlum, seni gördüm yalnız:
Kimi Mevlidci diyor…
— Âh olabilsem, nerde!
Yetişilmez ki: Süleyman Dede yükseklerde.
— Kimi bid’atçi diyor… Duyduğum en çok bunlar.
— Daha var mıydı, İmam?
— Var ya, unuttum: Baytar.
— Keşke baytarlık edeydim…
— Yine et mümkünse.
— Yapamam.
— Belki yapardın be…
— Unuttum, be Köse!
— Keşke zihninde kalaymış, ne kadar lâzımmış;
Beni dinler misin evlâd? Yine kàbilse çalış:
Çünkü bir tecrübe etsen senin aklın da yatar,
Bize insan hekiminden daha lâzım baytar.
— Hele bir çek bakalım!
— Sen de bizimkinden çek.
— Hani çay gelmedi yâhu?
— Ay, unuttuk, gerçek.
— Gitme seslen yalınız, nerde Emin, yok mu?
— Emin!
Nerdesin? Baksana, çay demleyeceklerdi demin…
— Demlemişler, baba.
— Sen gelsene, oğlum, buraya…
El öperlerdi, unuttun mu?
— Hayır.
— Oldu mu ya?
— Demin öptüm, baba…
— Öptün mü, git öyleyse hadi.
Hele yâ Rabbi şükür, çay da nihâyet geldi.
Şeker istersen eğer bulduralım?
— Dört yüz mü?
— Aldığım yok, yaşasın İzmir’in a’lâ üzümü;
Hem ucuz, hem daha lezzetli!
— Çekirdeksiz de.
— Buyurun.
— Başla canım, var mı merâsim bizde?
— Hocam, evvelce üzüm çiğnenecek, üstüne çay…
İçelim aşkına rindân-ı Hudâ’nın!
Hay hay!
* * *
— Hoca, keşfet bakayım, şimdi bu harbin sonunu?
— Onu Allah bilir amma, acaba var mı sonu?
— Ne demek! Nâ-mütenâhî mi bu? Elbette biter;
Tarafeynin biri ancak deyiversin ki: Yeter.
— Aklım ermezse de evlâd, bu işin bitmesine,
İki şeyden biri lâzım…
— O nedir?
— Dinlesene:
İngiliz yok mu, o hâin, ya doyup patlamalı;
Yâhud aç kalmalıdır… Yoksa bizim fal kapalı.
Açma sen şimdi o yaprakları, oğlum beni sor:
Başımın derdi büyük, çâresi yok… Olsa da zor.
— Çâresiz derd olamaz, söyle Hocam, dinliyorum?
— Bir değil…
— Tut ki bin olmuş, ne demek, mecbûrum.
Sana hizmet, babamın rûhuna rahmettir, ayol.
— Hocazâdem, bilirim hepsini, berhurdâr ol.
Oğlanın hâlini evvelce mi açsam? .. Lâkin,
Komşunun derdi dururken bunu açmak çirkin.
— Oğlanın hâli nedir, söyle? Merâk etmedeyim…
— Hele dursun da o, ilkin şunu bir nakledeyim:
Mütekàid paşalardan biri, üç beş sene var,
Düştü bilmem ne taraftansa bizim semte kadar.
Kimde az çok getirir bir satılık mal varsa,
Kapatıp yaptı beleşten sekiz ev, dört arsa.
Herifin hâli bidâyette zararsızcaydı;
Son zamanlarda, ne olduysa, namazdan caydı.
Ne cemâ’atte, ne mescidde, bugün komşu paşa.
— Olağan şey, sofuluk çıkmadı, besbelli başa.
— Derken incelmeye, gencelmeye kalkıştı…
— Aman!
— Ne aman dinledi, gittikçe, hovardam, ne zaman.
Saç sakal tuttu ne hikmetse acâib bir renk;
Kalafatlandı bıyıklar, iki batman, bir denk!
Çehre allıklı sabunlarla mücellâ her gün;
Fes yıkık, kelle çıkık, kaş yılışık, göz süzgün;
İğne, boncuk, yakalık, tasma, yular… Hepsi tamam;
Koçyiğit sanki bunak!
— Sen de mi şâirdin İmam?
— Kuşkulandım paşadan, gizlice gittim hanıma;
Dedim: Örtün de kızım, gel bakalım, gel yanıma.
Zevcinin tavrı acâibleşiyor zannederim,
Sen ne dersin buna bilmem, bana sor, bak ne derim:
İşçiniz, sofracınız var mı?
— Evet.
— Kim?
— Eleni.
— Şimdi sav.
— Hiç mi sebepsiz?
— A kızım, dinle beni:
Böyle şeylerde sebep, hikmet aranmaz… Çabucak
Savabilmektedir iş… Yoksa rezâlet çıkacak:
Paşa azmış!
— Acabâ üstüme gül koklar mı?
— Onu bilmem, gülü koklar mı kocan, yoklar mı?
Beni söyletme kızım, git de hemen sav karıyı.
*
* *
Çok zaman geçmedi, gördüm ki bizim soytarıyı,
Geliyor «ilmühaber yaz» diye, neymiş bakalım?
— Bir izinnâme.
— İzinnâme mi? Hay hay, lâzım…
Evlenen hangisi? Beyler mi, kerîmen mi, paşa?
— Onların vakti değil.
— Kim ya?
— Benim.
— Sen mi? Yaşa!
Tam da vaktin, hani gün geçmeye gelmez, davran!
— Hoca eğlenme hemen yazmana bak, işte paran!
— Ay o murdar kâğıdın pek mi büyük hâtırı ki,
Beni ürker diye tutmuş sayıyorsun bir.. iki? ..
Kaç paran varsa büküp katla da indir cebine,
Yazamam nâfile.
— Elbet yazacaksın, sana ne?
— Hiç adam hâline bakmaz mı be? İnsâf azıcık!
— Çok şükür hâlime… Nem var? Yüzüm ak, alnım açık…
İyi bak sen bana bir kerre!
— Hayır, kendin bak;
Bence bir kellen açık, bir de sakal diplerin ak.
— Ama sen halt ediyorsun! Sakalımdan size ne?
— Ne mi? Ondan beleş eğlence mi var seyredene?
Gülüyor kahvede el, çarşıda bakkal, çakkal;
Olma beyhûde, ağızlardaki bir parmak bal;
Çatlasan sofracı Rumdan karı olmaz adama.
— Kim haber verdi bileydim? ..
— Ne bunak şeysin ama!
Kim haber verdi, nedir? Sormaya var mıydı lüzum?
Yediğin herzeyi kör gördü, sağır duydu kuzum.
Söyletir çarçabuk insan, meğer olsun pek alık,
Boşboğaz şey, o senin yosma sakal, hasba kılık!
— Artık elverdi İmam, kellemi kızdırma da yaz.
— Bana bak: Hiçbir imam böyle rezâlet yazamaz.
— Ay, rezâlet de diyor Sünnet’e!
— Sünnet mi?
— Ya ne?
— Öyle şey yok…
— Ne demek!
— Dinle, be hey dîvâne:
Öyle Sünnet denemez, her zaman, evlenmek için;
Vakt olur, Sünnet’i geç, vâcib olur erkek için;
Vakt olur, Sünnet olur…
— Söylediğim çıktı, tamam!
— Vakt olur, bir de bakarsın ki, olur böyle: Haram.
— Kimseden dinlememiştim bu senin fetvâyı…
Ne tuhaf!
— Sende tuhaflık, kısa kes da’vâyı.
Çoluğun var, çocuğun var, haremin nâmuslu;
Yaşın altmış beşi bulmuş, otur artık uslu.
Neren eksik, be adam, böyle ne var çıldıracak?
Karı derdiyle yıkılmaz bu kadar yıllık ocak.
— O nasıl söz? Ben ocak yıkmaya evlenmiyorum.
— Hiç o seksen kapı gezmiş, o kaşarlanmış Rum,
Sofracıyken seni koymuş da bu cânım kılığa,
Hanımım derse, dökülmez mi ki fındıkçılığa?
Karı kıvrak, paşa hazretleri, şallak mallak;
Biri hakkıyle edepsiz, biri şartınca salak;
Evelallah döneceksin çabucak maskaraya;
Vuracaksın iki üç dalgada baştan karaya!
Artık evler gidiyor cilveyi kırdıkça madam…
Oynasın kumda çocuklar!
— Ne vazîfen be adam?
Avukattan da beter, ay ne kadar herze-vekil!
— Defol ordan!
— Haydi yaz kâğdımı!
— Yazmam be, çekil!
— Yazacaksın!
— Yıkıl ordan, sana yok ilmühaber;
Meğer emretmeli rü’yâma girip Peygamber.
— Yazma sittin sene, pampin, yap elinden geleni;
Yedi gün sonra duyarsın: Hanım olmuş Eleni!
* * *
Hocazâdem, sözü çıksın da nihâyet herifin,
Bana kah kah diye gülsün mü? Nasılmış keyfin!
— Akdi kim yaptı?
— Açıkgöz mü ararsın ki? Dolu…
Yalınız gösteren olsun: Paranın nerde yolu.
O değil, şimdi asıl çattı belânın büyüğü:
Haber aldım, karı kandırmış o sersem hödüğü,
Alıyormuş bütün emlâkini.
— Gerçek mi?
— Evet.
Buna bir çâre düşün, gitmesin evler, kerem et.
O çocuklar ne olur sonra?
— Perîşan. Ya hanım?
— O da rahmetli anamdan daha safmış be canım!
Söyledim söyledim aldırmadı «vurdum duymaz»!
Sonra mel’un karı kurnaz mı, hakîkat kurnaz;
Herif eşşek mi dedin, eşhedü-bi’llâh eşşek;
Ağzı karnındaki uçkur düğümünden gevşek!
Bir kırıtsın, iki dil döksün o fettan kahbe!
Çare yok, salyası sarkıp diyecek: Verdim be!
Hanım akşam, bize gelmişti namazdan sonra…
Yolda bîçâre şaşırmış, hadi girmiş çamura.
Ne kıyâfet, ne hazin manzara, görsen yavrum!
Kendi ağlar, kızı ağlar… Ne deyim, bilmiyorum.
Ciğerim sızladı baktım da, fakat fâide ne?
Kaderin cilvesi, kurbân olayım halledene!
Gamsız insanlara eğlence gelirmiş yaşamak;
Yüreğin hisli mi, işkencedesin, tâli’e bak!
Şimdi, oğlum, herifin hacrine bir çâre!
— Kolay!
— Süfehâdan sayabilsek?
— Sayacaksın, hay hay.
Bir adam mâlini isrâf ile etmişse heder,
Ona hükkâm-ı Şerîat «süfehâdandır» der.
Sâde-dil, ebleh olup, kâr ederim, vehmiyle,
Ahz ü i’tâya çıkıp aldanan eşhâsa bile,
«Süfehâ» nâmını vermekte, evet, Şer’-i şerif.
Gelelim mes’elenin halline: Mâdem bu herif,
Kendi infâkına muhtâc olan evlâdlarının,
Cümlesinden geçerek, derdine bir pis karının,
Heder etmekte bütün mâlini… Elbet ya bunak;
Yâhud aldanmaya gâyetle müsâid avanak.
İki sûrette de hâkim bunu hacretse, eder.
Şimdi lâzım gelen ancak size bir ilmühaber.
İhtiyar hey’eti, muhtar, hepiniz toplanınız;
Yazınız çarçabuk… Etraflıca olsun yalınız;
Sonra, hiç beklemeden gönderiniz mahkemeye.
— İş mühim… Korkarım etraflı yazılmazsa diye,
Şunu sen yazsana oğlum?
— Bakarız dur da biraz…
Daha a’lâsı mı: Ben söyleyeyim, kendin yaz…
İmam üslûbuna uydurması artık senden!
Hadi bir Besmele çek, başlayalım istersen.
Hele ilkin takıver gözlüğü.
— Hay hay, takayım;
Yalınız, sen bana bir parça kâğat ver bakayım.
— Hokka ister mi?
— Divit var ya.
— Peki, işte kâğat.
Evvelâ ortaya bir
«Hû»
mu atarlar? Hadi at,
Başla:
«Bâdî-i»
— Evet, «ilmühaber oldur ki»
— «Mahallemizde»
çabuk yaz!
— Şaşırmayım, dur ki!
— «Filân sokakta»
— Yavaş söyle, oldu.
— «Kâin olan
Filânca hânede… sâkin… filânca oğlu… filân…»
Düşünme!
«Her ne kadar»
— Oldu, söyle sen…
— «Ma’tûh»
— Peki.
— «Değilse de»
— Lâkin, kalem kırıldı be, tûh!
— Öbür kalemle yaz artık, ne makta var, ne çakı.
«İâşesiyle»
bitirdin mi?
— Söyle.
— «İnfâkı
Tamâmen üstüne âid ve…»
Haydi!
«Efrâdı
Kesîr…»
— Evet, azıcık dur…
— «İyâl ü evlâdı»
— Peki.
— «Bulunduğu…»
— Dur dur!
— Yoruldun anlaşılan?
— Yorulmadım hadi sen…
— «Hâlde uhdesinde olan»
Yazıldı bitti mi?
«Bilcümle mâl ü mülkü»
— Evet.
—
«Ahîren aldığı…»
Yazdın mı? .. Durma şimdi.
— Fakat…
— Ne var ki?
— «Aldığı» kâfî mi? İstemez mi nikâh?
— O halde şöyle yazarsın:
«Ahîren istinkâh»
— Bu oldu.
—
«Ettiği»
… Kız neydi?
— Söyledik ya kuzum,
İşitmedin mi demin?
— Haklısın, devâm et:
«Rum
Cemâatinden»
efendim
«filânenin»
yazıver.
— Yazıldı.
— «Üstüne etmek»
— Edeydi keşke!
— «Diler
Ve böyle mâlini beyhûde yolda imhâya
Kıyâm eder»
— Yavaş ol! Koş diyen de olmadı ya!
— «Ve arz edildiği vech üzre emr-i infâkı»
Ne i’tinâ bu! Yesârî misin, nesin?
— Tıpkı?
— Yazındı:
«Kendine mahsûs ve münhasır bulunan»
Adam, cızıktırıver, bakma hüsn-i hatta, filân.
«Küçük, büyük bütün evlâdlarıyle zevcesini»
Yazıldı bitti ya?
— Sabret, düzelteyim şu sini…
Düzeldi.
— Yaz bakalım:
«Her cihetce pek mahrûm
Ve ihtiyâc»
— Evet, oğlum, yazıldı, bekliyorum.
— «İçinde ölmeye mahkûm»
— Eder mi?
— Yok
«bırakır».
— Yazıldı.
— «Olmağın»
— A’lâ!
— Fenâ mı yoksa?
— Hayır,
Fenâ olur mu ya?
— «Mumâileyhin»
— İşte bu çok!
— Ne çâre!
«Şer’-i şerîf cânibinden»
oldu mu?
— Yok…
Biraz yavaşça.
— Peki… Haydi, şimdi bağlayıver:
«Lüzûm-i hacrine dâir»
yaz…
«İşbu ilmühaber»
«Mahallemizce»
mi dersin? Dedinse
«bi’t-tanzîm
Huzûr-i hâkim-i şer’îye»
sec’i bas:
«Takdîm
Kılındı.»
— Âferin, oğlum, imam da böyle yazar.
— Onu bilmem, şu bitirdik ya nihâyet zor zar.
— Acabâ hacri muvâfık görecekler mi ki?
— Eyy…
Hâkimin re’yine, vicdânına kalmış bir şey.
Sen de gör kendini bir kerre.
— Peki, evlâdım,
Göreyim… Başka ne yapsam ki, şaşırdım kaldım.
Bittim artık, bilemezsin ne kadar bittiğimi;
Âh görsem şu cihandan yıkılıp gittiğimi!
Ne gebermez, ne kütük bünye ki hiç kağşamamış!
Bunu Rabbim bana “sağlık” diye nerden yamamış?
İstemem, kendinin olsun!
— Ne diyorsun? Hele bak!
— Bırak oğlum, azıcık derdini döksün şu bunak.
Bana dünyâda ne yer kaldı, emîn ol, ne de yâr;
Ararım göçmek için başka zemin, başka diyâr.
Bunalan rûhuma ister bir uzun boylu sefer;
Yaşamaktan ne çıkar günlerim oldukça heder?
Bir güler çehre sezip güldüğü yoktur yüzümün;
Geceden farkını görmüş değilim gündüzümün.
Seneler var ki harâb olmadığım gün bilmem;
Gezerim abdala çıkmış gibi sersem sersem.
Dikilir karşıma hep görmediğim bilmediğim;
Sorarım kendime: Gurbette mi, hayrette miyim?
Yoklarım taşları, toprakları: İzler kan izi;
Yurdumun kan kusuyor mosmor uzanmış denizi!
Tüter üç beş baca kalmış… O da seyrek seyrek…
Âşinâ bir yuva olsun seçebilsem, diyerek…
Bakınırken duyarım gözlerimin yandığını;
Sarar âfâkımı binlerce sıcak kül yığını.
Ne o gömgök dereler var, ne o zümrüt dağlar;
Ne o çıldırmış ekinler, ne o coşkun bağlar.
Şimdi kızgın günün altında pinekler, bekler,
Sâde yalçın kayalar, sâde ıpıssız çöller.
Yurdu baştanbaşa vîrâneye dönmüş Türk’ün;
Dünkü şen, şâtır ocaklar yatıyor yerde bugün.
Gündüz insan sesi duymaz, gece görmez bir ışık,
Yolcu haykırsa da baykuş gibi, çığlık çığlık.
«Bu diyârın hani sâhipleri? » dersin; cinler,
«Hani sâhipleri? ..» der, karşıki dağdan bu sefer!
Nerde Ertuğrul’u koynunda büyütmüş obalar?
Hani Osman gibi, Orhan gibi gürbüz babalar?
Hani bir şanlı Süleyman Paşa? Bir kanlı Selîm?
Âh, bir Yıldırım olsun göremezsin, ne elîm!
Hani cündîleri, şâhin gibi, ceylân kovalar,
Köpürür, dalgalanır, yemyeşil engin ovalar?
Hani târîhi soruldukça, mefâhir söyler,
Kahramanlar yetişen toprağı zengin köyler?
Hani orman gibi âfâkı deşen mızraklar?
Hani atlar gibi sahrâyı eşen kısraklar?
Hani ay parçası kızlar ki koşar oynardı?
Hani dağ parçası milyonla bahâdır vardı?
Bugün artık biri yok… Hepsi masal, hepsi yalan!
Bir onulmaz yaradır, varsa yüreklerde kalan.
* * *
— Sorma, Kartal’da idim ben de bu çarşamba günü.
Dediler: «Kurna’da dünden beri var köy düğünü,
Hoşlanırsan, hadi, olmaz mı? ..» «Pekâlâ, gideriz;
Hem biraz kır görürüz, hem de güreş seyrederiz.»
Keşke, gitmem demiş olsaydım… İlâhî, o ne hâl,
O nasıl maskara dernekti ki ta’rîfi muhâl.
Topu kırk elli kadar köylü serilmiş bayıra,
Bakıyor harmanın altındaki otsuz çayıra.
Bet beniz sapsarı bîçârelerin hepsinde;
Ne olur bir kişi olsun görebilsem zinde!
Şiş karın sıska çocuklar gibi, kollar sarkık;
Arka yusyumru, göğüs çökmüş, omuzlar kalkık.
Gözlerin busbulanık rengi, kapaklar şiş şiş;
Yüz buruşmuş, uzamış, cebhe daralmış, gitmiş.
Gezecek yerde o âvâre nazarlar dalıyor;
Serilip düştü mü bir noktaya, kaldırması zor!
Sıtmadan boynu bükülmüş de o dimdik Türk’ün,
Düşünüp durmada öksüz gibi küskün küskün.
Gövde teşrihlere dönmüş, o bacaklar değnek;
Daha yaş yirmi iken eller, ayaklar titrek.
Öyle seksenlik adamlar aramak pek yanlış;
Kırk onun ömrüne son merhale olmuş kalmış.
Değişik sanki o arslan gibi ırkın torunu!
Bense İslâm’ın o gürbüz, o civan unsurunu,
Kocamaz, derdim, asırlarca, sorulsaydı eğer…
Ne çabuk elden, ayaktan düşecekmiş o meğer! …
Neyse, değnekçi gelip: «Meydan açılsın, savulun! »
Der demez, başladı kalbî sesi yırtık davulun.
Güm güm ötmek ne gezer! Tık nefes olmuş kasnak:
Göğsü tokmak gibi küt! küt! vuruyor hışlayarak.
Zurna hımhım mı nedir, söylemiyor bir türlü;
Üfleyen çingenenin rengi mezar, kendi ölü.
Güneş oldukça kızışmış, beni yormuştu sıcak;
Hele bir gölge bulup altıma çektim çabucak.
Tam demiştim: Azıcık yaslanayım, dinleneyim…
Biri tıksırdı ta ensemde… Acâib, bu da kim?
Ne göreydim: Kelebek tarlası olmuş da içi,
Soluyup sümkürüyor sırtıma bir yaşlı keçi!
«Ama bak, aklıma gelmezse de hürmet talebi;
O kadar fazla samîmiyyeti sevmem, çelebi;
Sakalından çekerim, sonra, karışmam… Hadi git! »
Nerde! Aldırmadı… Sordum, baş ödülmüş bu yiğit! …
Hele sen geç yiğidim, geç bakalım, başka ne var?
Bir çelimsiz sopa, boynunda üç arşın astar.
Pehlivanlar hani? derken, söküvermez mi, Hocam,
Birbirinden daha bîçâre sekiz çıplak adam?
Âh o soygunluğu rü’yâda gören korkardı:
Çünkü gömlek gibi etten de soyunmuşlardı!
Bir delik torbaya girmiş kimi, kıspet yerine;
Çekivermiş kimi, bir lîme çuval dizlerine.
Kiminin, giydiği çakşır, kiminin bez şalvar;
Kiminin, uçkuru boynundan asılmış, donu var.
Acabâ yağ sürünürler mi desem, yağ nerede?
Bereket versin onun ma’deni varmış derede:
Sağ omuzlarda birer, başları kertikli, ağaç,
Kadın, erkek, suyu aktarmada bakraç bakraç.
Sonra, nerdense gelip «yağlanınız haydi! » sesi,
Çöktü meydanda duran kaplara artık hepsi.
Palaz ördek gibi, bandıkça avuçlar bandı;
Meşin ıslar gibi, kavruk deriler ıslandı.
Bu merâsim de bitip, başlayacak dendi güreş,
Çarpınıp çırpınarak çıktı nihâyet iki eş.
Daha ilk elde boşansın mı alınlardan ter,
O göğüsler sana ötsün mü körükten de beter?
Baktım: Altından o bir çifte perîşan bağrın,
Soluganlar gibi kalkıp iniyor çifte karın!
Sonradan dizlere bir titremedir çökmüştü;
Hele çok sürmeyerek dördü de cansız düştü.
İki bîçâre serilmiş, yatıyorken yerde,
«Kalkın artık! » dediler, lâkin o derman nerde!
Güreşin böylesi hiç görmediğim bir şeydi;
Orta, baş, hepsi de bunlar gibi âvâreydi.
* * *
Karşıdan tentesinin nısfı hasır, nısfı aba,
Bir tekerlekleri alçak, yana yatmış araba;
Yerliden az kaba, Maltız keçisinden çok ufak,
İki mahzûn öküzün seyrine münkàd olarak;
Ne yanık mersiyeler söyletiyor dingiline!
Bunu gördüm, acımak geldi içimden geline:
Sana baksın da kızım, bahtın utansın… Ne deyim?
O, senin, kimdi, bugün nerde yatar, bilmediğim,
Ninenin rûhuna âgûş açıyorken melekût,
Tertemiz na’şını gufran gibi örten tâbût,
Şu gelinlik arabandan daha şâhâneydi.
Geçti rü’yâ gibi, Allâh’ım, o günler neydi!
Şu bayırlarda -ki vaktiyle bütün bağlardı-
Sesi dünyâyı tutan bir bereket çağlardı.
Ya şu vâdî ki çırılçıplak uzanmış, bîtâb,
Hiç yazın böyle fezâsında tüter miydi serâb?
Şimdi âfâka alev püskürüyor her çatlak,
Yarılıp hasta dudaklar gibi, yer yer, toprak.
— Deşme, oğlum, yaradır, hem de yürekler yarası…
— Neydi, yâ Rabbi, otuz kırk sene evvel burası?
Dağlar orman, tepeler bağ, ovalar hep tarla;
Koca mer’â dolu baştan başa sağmallarla.
İğne atsan yere düşmez: O ekin bir tûfan;
Atlı girsen gömülür buğdayın altında kafan.
Köylünün kırları tutmuş, yayılırken davarı,
Sökemezsin, sarar âfâkını yün dalgaları!
Dolaşır sal gibi göllerde hesapsız manda,
Fil sanırsın, hani, bir çıksa da görsen karada.
Geniş alnıyle yarar otları binlerce öküz,
Besiden her birinin sırtı, bakarsın, dümdüz.
Ne de ıslak patı burnundaki mosmor meneviş!
Hadi gelsin bakalım damların altında geviş.
Diz çöker buldu mu yaslanmaya kâfî meydan;
Sürünür toprağın üstünde o kat kat gerdan.
Çifte gözler süzülür, tek çene durmaz çiğner;
İki yandan yere şeffâf iki ipliktir iner.
Bunların ağdalanır, maç maç öterken sakızı,
Öteden bir sürü gürbüz, demevî köylü kızı,
Tarayıp hepsini evlâd gibi, bir bir kınalar.
Tepeden kuyruğu dikmiş, inedursun danalar,
Dalar etrâfa köyün damgalı yüzlerce tayı;
İnletir at sesi, kısrak sesi gömgök ovayı.
Gündüzün kimse görünmez: Kadın, erkek çalışır;
Varsa meydanda gezen tostopaç oğlanlardır.
Akşam olmaz mı, fakat, toplar ahâlîyi ezan,
Son cemâ’at yeri, hattâ, adam almaz ba’zan.
Güneş âfâka henüz arz-ı vedâ etmişken,
Yükselir Kâ’be’ye doğrulmuş alınlar yerden;
Önce bir dalgalanır, sonra eder hepsi karar;
Örülür enli omuzlarla birer canlı hisar.
Bu yaman safların âhengi hakîkat müdhiş;
Sanki yalçın kayalar yanyana perçinlenmiş,
Öyle bir cebhe kesilmiş ki: Müselsel îmân;
Hangi îmâna dokunsan taşacak itmînân.
Âh o yekpârelik eyyâmı hayâl oldu bugün;
Milletin hâlini gör, sonra da mâzîyi düşün.
Kim bu yalçın kayalar sarsılacaktır derdi?
Öyle sarsıldı ki edvâra tezelzül verdi!
* * *
Köylünün bir şeyi yok, sıhhati, ahlâkı bitik;
Bak o sırtındaki mintan bile tiftik tiftik.
Bir kemik, bir deridir ölmedi kaldıysa diri;
Nerde evvelki refâhın acabâ onda biri?
Dam çökük, arsa rehin, bahçeyi «icrâ» ister;
Bir kalem borca bedel fâizi defter defter!
Hiç bakım görmediğinden mi nedendir, toprak,
Verilen tohmu da inkâr edecek, öyle çorak.
Bire dört aldığı yıl köylü, emîn ol, kudurur:
Har vurur bitmeyecekmiş gibi, harman savurur.
Uğramaz, gün kavuşur, çiftine yâhud evine;
Sabah iskambil atar kahvede, akşam domine.
Muhtasar, gayr-ı müfîd ilmi kadardır dîni;
Ne evâmir, ne nevâhî, seçemez hiçbirini.
Namazın semtine bayramları uğrar sâde;
Hiç su görmez yüzünün düşmanıdır seccâde.
Hani, üç beş kişiden fazla musallî arama;
Mescid anbarlık eder, başka ne yapsın, imama!
Okumak bahsini geç… Çünkü o defter kapalı,
Bir redif zâbiti mektepleri debboy yapalı.
Sıtma, fuhş, içki, kumar türlü fecâyi’ salgın…
Sonra söylenmeyecek şekli de var hastalığın.
Bir taraftan bulanır levse hesapsız nâmûs;
Bir taraftan serilir toprağa milyonla nüfûs.
Hadi aldırmayalım yükseledursun vefeyât,
Nerde noksânı telâfî edecek tâze hayât?
Evlenip âile teşkîli bugün zor geliyor;
Görüyorsun ya nikâhlar ne kadar seyreliyor!
* * *
Eskiden zurnalar öttükçe fezâ inlerdi;
O ne dehşetli düğünler, o ne derneklerdi!
Kurulur meydana harman gibi kırk elli sini,
Tablalar yığmaya başlar koyunun beslisini.
Ense kat kat taşıp etrâfa dökülmüş yakadan;
Göğsün eb’âdı kabardıkça gerilmiş camadan;
Başta âbânî sarık, tende hilâlî gömlek;
Belde Lâhûr şalı, üstünde o som sırma yelek;
Dizde kaytan çevirilmiş çuhadan sıkma potur;
Amcalar, lök gibi, bağdaş kurarak halka olur.
Sofranın hâlesi şeklinde duran, kutru geniş,
Boyu çepçevre kılapdanla zarîf işlenmiş,
Eni az peşkiri herkes götürür dizlerine.
Çorbadan sonra etin türlüsü kalkıp, yerine,
Hamurun türlüsü devlet gibi kondukça konar.
Sekiz on yerde güğümler mütemâdî kaynar.
Tâze şerbet sunulur tâze kesilmiş karla;
Buzlu ayransa döner ortada bakraçlarla.
Öğle olmaz mı, cemâ’atle kılarlar namazı.
Güreşin gümler o esnâda mehîb incesazı:
Oturur besli davullar yere, şişman şişman,
Perde göstermeye başlar kabalardan, o zaman,
Öyle inler ki zemin: Kalb-i fezâ «küt! küt! » atar;
Zurnanın tizleri, dersen, yedi iklîmi tutar!
Şimdi, hayvanlı, yayan, kız, kadın, oğlan, erkek;
Kuşatır ip çekilen meydanı yüzlerce öbek.
Bir taraftan da iner nâ-mütenâhî araba…
İner amma o kadar süslü ki, dersin: «Acaba,
Şu beyaz tenteler altında birer hacle mi var? »
Çekilir derken ödüller: Sekiz on seçme davar;
İki baş manda, birer tay, dana, top top dokuma…
Hele peşkir gibi peşkeşleri artık sorma.
Yağ kazanlarla durur, tartısı yok, ölçüsü hiç;
Hani ister sürün, ister dökün, istersen iç!
Bunların hepsi biter, bir heyecandır belirir;
Ne temâşâdır o, titrer durur insan tir tir.
Birbirinden daha mevzun iki üç çift endâm,
Atılıp sahneye şâhin gibi etmez mi hırâm;
Ses, soluk çıkmaz olur, herkesi ürperme alır;
O geniş yer de nefeslerle beraber daralır,
Çünkü meydanda değil, seyre bakanlarda bile,
Âsım’ın dengi heyâkil seçilir yüzlerle.
Şimdi, sağ kolda, gümüş kaplı birer bâzû-bend,
Boynu mıskayla donanmış, o yarım deste levend,
Önce peşrev yaparak, sonra tutuşmazlar mı,
Güreş artık kızışır, hasmını tartar hasmı.
Uzanır şimdi göğüsler, kavuşur; şimdi, yine
Dalga çarpar gibi çarpar gerilip birbirine.
Kimi tek çapraza girmiş, mütemâdî sürüyor;
Kimi şîrâzeyi tartıp alıvermiş, yürüyor.
Kimi sarmayla çevirsem diye sardıkça sarar;
Kimi kılçık düşünür, atmak için fırsat arar.
Adalî gövdeler altında o bîçâre çayır,
Serilir toprağa, hem bir daha kalkar mı? Hayır!
Bu, elenseyle düşürmüş de hemen çullanıyor;
O da kurtulmak için türlü oyun kullanıyor.
Kimi almış paça kasnak, o açar, hasmı döner;
Kimi kündeyle giderken topuk eller de yener.
Kimi cür’etli olur çifte dalar, hem de kapar;
Kimi baskın çıkarak kazkanadından çarpar.
Seyreden halkı da bir gör: O ne candan hizmet;
O ne rikkatli adamlar, o ne ma’sûm ümmet!
Yarılan başları çevreyle boğanlar mı dedin…
Göz silenler mi dedin, incik oğanlar mı dedin…
Yağ süren başka, saran başka, çözenler başka;
Su veren başka, güğümlerle gezenler başka.
Şan, şeref duygusu millette nasıl yüksekse,
Merhamet hissi de öyleydi, değil miydi Köse?
Ne o? Bir şey demedin…
— Geçmişe mâzî derler!
— Doğru, lâkin…
— Bırak, oğlum, gelecekten ne haber?
— Onu Allah bilir ancak.
— Azıcık kul da bilir.
— Bilemez, çünkü görünmez.
— İyi amma sezilir:
Oruç sıcaklara gelmiş, Kır Ağsı bakmış ki:
Sabahlar akşam olur şey değil, bu, tiryâki;
Bütün gün esnemeden, hiddet etmeden bıkmış;
Al atla bağdaşarak «yâ sefer! » demiş çıkmış.
Takım rahat, pala uygun, gazâ mübârek ola:
Tavuklu, hindili köylerde haftalarca mola.
Refîki arpayı bulmuş, keser, ferîh ü fahûr;
Bu dört öğün yiyip ister sonunda bir de sahûr!
Bedâva sofraya düştün mü, hoş geçer Ramazan;
Misâfirim diye insan mukîm olur ba’zan.
Nasılsa bir gece bir düş görür bizim yolcu;
Sabâhı bekleyemez, yok ya hâinin orucu;
Uyandırır ne kadar köylü varsa, der: Çabucak,
Gidin bulun bana bir şöyle zorlu düş yoracak.
Çarıkçı Emmi’yi sağlık verir cemâ’at de,
— Fakat sahurda yatar, kalkamaz bu sâ’atte.
Biraz sabırlı olun…
— Şimdi isterim, gelecek:
Ben öyle bekleyemem, kalkamaz demek ne demek?
Çarıkçı Emmi gelen halkı uğratır kapıdan.
İkinci def’a gelirler:
— Ocağna düştük, aman,
Herif lâf anlamıyor, gel de sonra yat, haydi!
— Sabah sabah bu ne düştür be? Görmez olsaydı!
Henüz yatağma uzandım bakındı aksiliğe…
Gebermediydi ya!
— Sen git de söz geçir deliye!
Ne söylesen kızıyor… Hak şaşırtmasın kulunu.
Adamcağız çıkar evden, tutar köyün yolunu,
Ki uyku sersemi tak der zavallının canına;
Düşer gelince nihâyet Kır Ağsı’nın yanına.
— Aman be Emmi!
— Ne var?
— Düş yorar mısın?
— Be adam,
Biraz nefesleneyim, dur ki, yorgunum…
— Duramam.
— Neden?
— Fenâma gider beklemek de…
— Vah! Vah! Vah!
— Bilir misin ki ne gördüm…
— Hayırdır inşallah?
— Yemek yiyip yatıverdim, tamam yarıydı gece,
Bir öyle hayvana bindim ki seçmedim iyice.
— Peki, o bindiğin at mıydı, anlasak, neydi?
— Bilir miyim? Yalınız dört ayaklı bir şeydi…
Katır mı desem
Eşek mi desem?
Öküz mü desem?
İnek mi desem?
Al at mı desem?
İdiç mi desem?
Koyun mu desem?
Çepiç mi desem?
— Güzel!
— Biraz yürüdük…
— Geçtiğin nasıl yerdi?
— Nasıl mı yerdi? .. Unuttum, görür müsün derdi?
Yokuş mu desem?
İniş mi desem?
Uzun mu desem?
Geniş mi desem?
Çorak mı desem?
Çayır mı desem?
Sulak mı desem?
Hayır mı desem?
— Tamam! İlerde ne gördün?
— İlerde bir kocaman,
Karaltı vardı…
— Peki, ismi yok mu?
— Bilmem aman!
Ağaç mı desem?
Kütük mü desem?
Duvar mı desem?
Höyük mü desem?
Ağıl mı desem?
Hamam mı desem?
Yıkık mı desem?
Tamam mı desem?
— Ya sonra?
— Karşıma, baktım, dikildi…
— Kim?
— Bir adam…
— Tanıştınız mı?
— O, bilmem tanır mı, ben tanımam…
Babam mı desem?
Kızım mı desem?
Hasım mı desem?
Hısım mı desem?
Çıfıt mı desem?
Gâvur mu desem?
Şudur mu desem?
Budur mu desem? ..
— Uzatma, sen buluyorsun belânı Allah’tan…
Bu: Elde bir; yalınız pek seçilmiyor ne zaman…
Bugün mü desem?
Yarın mı desem?
Uzak mı desem?
Yakın mı desem?
Yazın mı desem?
Güzün mü desem?
Güzün mü desem?
Yazın mı desem? ..
— Ne kadar doğru! Hocam, hayra yorulmaz bu gidiş.
— Sen o rü’yâya hakîkat deyiver, tam bizim iş.
Herifin hâlini gördün ya, bugün millet de,
Aynı meslekte, o fıtratte, o mâhiyyette.
Tanımaz bindiği mahlûku, sürer kör körüne;
Tanımaz gittiği yer hangi taraf, gördüğü ne?
Fikri yok, duygusu yok, sanki yürür bir kötürüm;
Bu da sağlıksa eğer bence müreccahtır ölüm.
Üç beyinsiz kafanın sevkine şaşkın gibi râm;
Kırbaç altında bütün gün, ne tezallüm, ne kıyâm.
Tuttun, oğlum, bana mâzîleri tasvîr ettin;
Köylünün hâlini bilmez, diyerek dinlettin.
Hasta meydanda, tedâvîye de cidden muhtaç;
Yalınız görmeliyim nerde hekim? Nerde ilâç?
Nesl-i hâzır ki sarık gördü mü, terzîl ediyor,
Defol ıskatçı diyor, cerci diyor, leşçi diyor…
Hocazâdem, ne sülükmüş o meğer vay canına!
Diş bilermiş senelerden beri Türk’ün kanına.
Emiyor fırsatı bulmuş yapışıp, hem ne emiş!
Kene bir şey mi aceb, ah o ne doymaz şeymiş!
Ne o kızdın mı?
— Hayır, anlarım amma keneyi,
Sağdınız siz de asırlarca o sağmal ineği.
— Hakkımızdır sağarız: Kahrını çektik o kadar,
Besledik…
— Yâ?
— Ne demek?
— Beslediniz, hakkın var!
Hanginiz bir tutam ot verdi, bırak beslemeyi?
— Yok mudur medresenin köylüde olsun emeği?
— Mektebin, belki… Fakat medresenin, hiç ummam.
— Kızarım ha!
— O senin hakk-ı sarîhindir İmam.
— Halka yol gösterecek bir kılavuz var: Ulemâ.
Kalanın hepsi de boş.
— Boştur, efendim, ammâ…
— Neymiş ammâsı beyim?
— Yok, şu sizin medreseler,
Asrın îcâbına uymakta inâd etmeseler…
— Gidin ıslâh edin öyleyse!
— Hakîkat, lâzım.
— Fıkra gelsin mi ne dersin?
— Hadi, gelsin bakalım.
— Son zamanlarda hükûmet şımarık bir deliyi,
Götürür bir yere vâlî diye bağlar.
— Ne iyi!
— Herifin ilk işi «Tekmil hocalar gelsin! » der.
Ki tabî’î bu adamlar da icâbetle gider.
Önce tebrîk ile takdîm için az çok durulur;
Sonra «meclis» denilir, bir koca dîvan kurulur.
Şimdi kürsîye abansın da senin Vâlî Bey,
Nutka gelsin mi adam zannederek kendini? …
— Eyy?
Ne demiş?
— Yok, ne geyirmiş diye sor! Ma’nâsız
Bir yığın râbıta müştâkı perâkende lâfız,
Bir etek yâve saçar, bir sürü cinnet savurur;
Bu da yetmez gibi peştahtaya üç kerre vurur,
Der ki:
«Yirminci asır, fenlere zihniyyetler
Verebilmekle tebellür ve tefâhürler eder.
Vakıâ hâlet-i rûhiyyesi var akvâmın;
Bu prensiple, fakat, ma’şeri pek i’zâmın,
Belki ferdiyyeti sarsar biraz aksü’l-ameli…
Sâde şe’niyyet-i a’sârı durup dinlemeli.
İctihâdî galeyanlar da mühimdir ya, asıl,
İktisâdî cereyanlardır olan müstahsil.
Bunu te’mîn edemezlerse nihâyet hocalar,
İskolâstikle sanâyi’ yola gelmez, bocalar.
İlk adımdır atacaktır bunu elbette ilim;
Par-pirensip, gelin, ıslâh-ı medâris diyelim.»
— Par-pirensip mi? Bayıldım be!
— Fransızca’ma mı?
Ya heriften de mi eşşek sanıyordun İmam’ı?
— Birden eşşek deme, bîçâre henüz müsvedde…
Ne yetişkinleri var, dursun o sağlam şedde.
— Hangi müsvedde? Ne müsveddesi? Bir bilmece ki…
— Merkebin…
— Ey?
— Mütekâmil soyu olmaz mı?
— Peki?
— İşte hilkatten o sûrette çıkarken beyazı;
Böyle birdenbire müsvedde de fırlar ba’zı!
Neyse geç fıkraya.
— Nerdeydik? Evet, şimdi, nutuk
Biter amma yayılır meclise bir durgunluk.
— Çünkü imlâya gelir herze değil duyduğu şey!
— Sonra kalkar hocalardan biri, der:
«Vâlî Bey,
Şu hitâbeyle tavanlardan uçan efkârı,
Tutamazlarsa küçük görmeyiniz huzzârı.
Siz ki yirminci asırlardasınız, baksanıza,
Bizim on dördüne dün basmış olan asrımıza!
Altı yüz yıl mı, evet, tam o kadar lâzım ki,
Kàbil olsun o büyük nutkunuzun idrâki.
Sâde «ıslâh-ı medâris» mi ne, bir şey dediniz…
Onu anlar gibi olduksa da îzâh ediniz:
Acabâ hangi zarûret sizi sevketti buna?
Ya fesâd olmalı meydanda ki ıslâh oluna.
Bunu bir kerre kabûl eylemeyiz, reddederiz.
Sonra, bîçâre medâris o kadar sahibsiz,
O kadar baştan atılmış da o hâliyle yine,
Düşüyor, kalkıyor amma gidiyor hizmetine.
Halkın irşâdı mıdır maksad-ı te’sîsi? Tamam:
Şehre müftî veriyor, minbere, mihrâba imam.
Hutabânız oradandır, oradan vâiziniz;
Oradandır hocanız, kayyiminiz, hâfızınız.
Adli tevzî’ edecek hâkime fıkh öğreten o;
Hele köy köy dolaşıp köylüyü insân eden o.
Şimdi bir mes’ele var arz edecek, çünkü değer:
Bunların hepsine az çok yetişen medreseler,
Bir zaman müftekır olmuş mu aceb hârice? Yok.
İyi amma, a beyim, şöyle bakınsak, bir çok,
Bir alay mekteb-i âlî denilen yerler var;
Sorunuz bunlara millet ne verir? Milyonlar.
Şu ne? Mülkiyye. Bu? Tıbbiyye. Bu? Bahriyye. O ne?
O mu? Baytar. Bu? Zirâ’at. Şu? Mühendishâne.
Çok güzel, hiçbiri hakkında sözüm yok; yalnız,
Ne yetiştirdi ki şunlar acaba? Anlatınız.
İşimiz düştü mü tersâneye, yâhud denize,
Mutlakà âdetimizdir, koşarız İngiliz’e.
Bir yıkık köprü için Belçika’dan kalfa gelir;
Hekimin hâzıkı bilmem nereden celbedilir.
Meselâ bütçe hesâbâtını yoktur çıkaran…
Hadi mâliyyeye gelsin bakalım Mösyö Loran.
Hani tezgâhlarınız nerde? Sanâyi’ nerde?
Ya Brüksel’de, ya Berlin’de, ya Mançester’de!
Biz ne müftî, ne imam istemişiz Avrupa’dan;
Ne de ukbâda şefâ’at dileriz Rimpapa’dan.
Siz gidin bunları ıslâha bakın peyderpey;
Hocadan, medreseden vazgeçiniz, Vâlî Bey! »
* * *
Ne dedin fıkrama?
— A’lâ! Beni habtettin, İmam!
— Yola gel şöyle biraz, neydi o sözler?
— Be Hocam,
Sana biz medresenin hizmeti hiç yok demedik;
Bir bedâhet bu ki inkâra çalışmak delilik.
Halkı irşâd edecek var mı ya sizden başka?
Onu insan bile saymaz mütefekkir tabaka?
Köylüden milletin evlâdı kaçarken yan yan,
Sizdiniz köydeki unsurla beraber yaşayan.
Rûhunuz halkımızın, köylümüzün rûhuna denk;
Sözünüz bir, özünüz bir, o ne mes’ûd âhenk!
Biz bu âhengi harâb etmeyecektik, ettik;
Kapanır türlü değil açtığımız kanlı gedik.
Ne kadar benziyoruz şimdi sakat bir duvara…
Vahdetin tertemiz alnında ne çirkin bu yara!
Hadi iş gör bakalım, var mı ki imkân? Nerde!
İkilik azmine hâil kesilir her yerde.
Ne desek, dinlemiyor, nâfile, bir kimse bizi.
— Uydurun siz de, beyim, halka biraz kendinizi.
— Haklısın.
— Aykırı gitmekle bu yol hiç çıkmaz.
— Konya’daydım…
— Haberim yok, ne zaman?
— Bıldır yaz.
Şehri az çok bilir, etrâfını pek bilmezdim;
Bâri bir köyleri görsem, diye çıktım, gezdim.
Yolda duydum ki: Filân nâhiyenin a’yânı,
Üç gün evvel kovuvermiş hoca bilmem filânı;
Herkes evlâdını almış, kapatılmış mektep.
Çok fena şey! Hele bir anlayalım, neydi sebep.
Hiç işim yok, bu da oldukça mühim doğrusu ya,
Gidecek yolcu da var, akşama indik oraya.
Yatsıdan sonra ahâlî «bize va’z et» dediler;
Çektiler altıma bir cıllığı çıkmış minder.
Tahta sordum, silinip çevre kadar yenlerle,
Geldi, tâ göğsüme yaslandı sakat bir rahle.
Evvelâ hamdeleden, salveleden başlayarak,
Girmeden maksada dîbâceyi serdim çabucak.
İlme kıymet veren âyâtı, ehâdîsi bütün,
Okudum, hâsılı bülbül gibi öttüm ben o gün.
Sonra, te’yîd-i İlâhî olacak besbelli,
Öyle bir maskara ettim ki o hâin cehli,
Hani kendim de beğendim.
— Adam, anlat, ne dedin?
— Biri aklımda değil.
— Öyle mi?
— Baktım, sadedin,
Tam zâmanıydı, ahâlîye çevirdim yüzümü;
Açtım artık bu sefer ağzımı, yumdum gözümü:
Hiç muallim kovulur muymuş, ayol, söyleyiniz?
O sizin devletiniz, ni’metiniz, her şeyiniz.
Hoca hakkıyle beraber gelecek hak var mı?
Sizi mîzâna çekerken bunu sormazlar mı?
Müslüman, elde asâ, belde divit, başta sarık;
Sonra, sırtında, yedek, şaplı beş on deste çarık;
Altı aylık yolu, dağ taş demeyip, çiğneyerek,
Çin-i Mâçin’deki bir ilmi gidip öğrenecek.
Hiç düşünmek de mi yoktur, be adamlar, bu ne iş?
En büyük tâli’i Mevlâ size ihsân etmiş,
Hem de ta olduğunuz mevkie göndermişken;
Teptiniz kendi gelen ni’meti sersemlikten!
Çok zaman geçmeyecektir ki bu nankörlüğünüz,
Ne felâketlere meydan verecektir görünüz!
Köylerin yüzde bugün sekseni, hattâ, hocasız;
Siz de onlar gibi câhil kalarak anlayınız!
Bir hatâ oldu, deyip şimdi peşîmansınız a…
Ne çıkar? Gitti giden, kıydınız evlâdınıza…
Buna benzer daha bir hayli savurdum, estim,
Ses, nefes hepsi tükenmişti, nihâyet kestim.
Sanıyordum ki duâdan koca mescid inler…
Umduğum çıkmadı hiç: Pek yavaş âmin dediler.
Çekiverdim o zaman ben de hemen Fâtiha’yı.
Yatacağmız odanın sâhibi Mestanlı Dayı,
Getirirken beni, sağ elde fener, mescidden;
«Gürül gürül okuyor hep, gürül gürül okuyor;
Yanıl da bir, deli oğlan, baban mezarda mı, sor! »
Deyivermez mi, ne dersin?
— Ama pek hoş cidden.
— Bunu duydum zehir içmiş gibi sersemleştim…
Eve geldik, herifin kalbini artık deştim.
Ne de çok şey biliyormuş, be Hocam, köylü meğer!
— Öyledir.
— Sen de şaşarsın, hani, söylersem eğer.
Anladım: Bilmeyecek tilki onun bildiğini.
— Hadi naklet bakalım şimdi şu bilgiçliğini?
— Dedi:
«Fetvâyı veren mahkeme, yanlış, gerçek,
İki da’vâcı ne söylerse bütün dinleyecek.
O zaman kestiği parmak acımaz, âmennâ…
Ama hep bir tarafın ağzına bakmak, o fenâ.
Benim arkamdaki düşman bana Mevlid mi okur?
Dur ki ben söyleyeyim bir de, kuzum, sen hele dur!
Köylü câhilse de hayvan mı demektir? Ne demek!
Kim teper ni’meti? İnsan meğer olsun eşşek.
Koca bir nâhiye titreştik, odunsuz yattık;
O büyük mektebi gördün ya, kışın biz çattık.
Kimse evlâdını câhil komak ister mi ayol?
Bize lâzım iki şey var: Biri mektep, biri yol.
Niye Türk’ün canı yangın, niye millet geridir;
Anladık biz bunu, az çok, senelerden beridir.
Sonra baktık ki hükûmetten umup durdukça,
Ne mühendis verecekler bize, artık, ne hoca.
Para bizden, hoca sizden deyiverdik… O zaman,
Çıkagelmez mi bu soysuz, aman Allah’ım aman!
Sen, oğul, ezbere çaldın bize akşam, karayı…
Görmeliydin o muallim denilen maskarayı.
Geberir, câmie girmez, ne oruç var, ne namaz;
Gusül abdestini Allah bilir amma tanımaz.
Yelde izler bırakır gezdi mi bir çiş kokusu;
Ebenin teknesi, ömründe pisin gördüğü su!
Kaynayıp çifte kazan, aksa da çamçak çamçak,
Bunu bilmem ki yarın hangi imam paklayacak?
Huyu dersen, bir adamcıl ki sokulmaz adama…
Bâri bir parça alışsaydı ya son son, arama!
Yola gelmez şehirin soysuzu, yoktur kolayı.
Yanılıp hoşbeş eden oldu mu, tınmaz da ayı,
Bir bakar insana yan yan ki, yuz olmuş manda,
Canı yandıkça, döner öyle bakar nalbanda.
Bir selâm ver be herif! Ağzın aşınmaz ya… Hayır,
Ne bilir vermeyi hayvan, ne de sen versen alır.
Yağlı yer, çeşmeye gitmez; su döker, el yıkamaz;
Hele tırnakları bir kazma ki insan bakamaz.
Kafa orman gibi, lâkin, o bıyık hep budanır;
Ne ayıptır desen anlar, ne tükürsen utanır.
Tertemiz yerlere kipkirli fotinlerle dalar;
Kaldırımdan daha berbâd olur artık odalar;
Örtü, minder bulanır hepsi, bakarsın, çamura.
Su mühendisleri gelmişti… Herifler gâvur a,
Neme lâzım bizi incitmediler zerre kadar;
İnan oğlum, daha insaflı imiş çorbacılar!
Tatlı yüz, bal gibi söz… Başka ne ister köylü?
Adam aldatmayı a’lâ biliyor kahbe dölü!
Ne içen vardı, ne seccâdeye çizmeyle basan;
Ne deyim dinleri bâtılsa, herifler insan.
Hiç ayık gezdiği olmaz ya bizim farmasonun…
İçki yüzler suyu, ahlâkını bir bilsen onun!
Şimdi ister beni sen haklı gör, ister haksız,
Öyle devlet gibi, ni’met gibi lâflar bana vız!
İlmi yuttursa hayır yok bu musîbetlerden…
Bırakın oğlumu, câhilliğe râzıyım ben.»
— Hakkı var.
— Pek güzel amma, bu işin yok ki sonu.
Kapadık mektebi, kovduk diyelim farmasonu,
Başı boş köylünün evlâdını kimler yedecek?
Adam ister ona insanlığı telkîn edecek.
Bunu nerden bulalım? Kimlere ısmarlayalım?
Önce kaç tezgâhımız var, bakalım, bir sayalım…
— Pek uzun boylu hesâb etme, nedir mes’ele ki?
Herkesin bildiği şey: Medrese, bir, mektep, iki.
— İşte arz eyliyorum zât-ı fazîlânenize:
İkisinden de hayır yok bu şerâitle bize.
— Gâlibâ sen yeniden kızdıracaksın Köse’yi;
Söyle, mîrasyedi bey, kimdi yıkan medreseyi?
Biz miyiz, siz misiniz? Sizsiniz elbet…
— Elbet!
— Yıktınız kazmaya kuvvet, ne de sür’atle!
— Evet.
— Bir hünermiş gibi ikrâr ediyor ağzıyla…
— Çünkü mektep yapacaktık onun enkàzıyla.
— Çünkü mektep yapacakmış! .. Ne kolay söylemesi!
Bir kümes yaptığınız var mı ki, bir kaz kümesi?
— İnkılâb ümmetinin şânı yakıp yıkmaktır.
— Size çılgın demeyen varsa, kuzum, ahmaktır.
Yıkmak insanlara yapmak gibi kıymet mi verir?
Onu en çolpa herifler de, emîn ol, becerir.
Sâde sen gösteriver «işte budur kubbe! » diye;
İki ırgadla iner şimdi Süleymâniyye.
Ama gel kaldıralım dendi mi, heyhat, o zaman,
Bir Süleyman daha lâzım yeniden, bir de Sinan.
Bunların var mı sizin listede hiç benzeri, yok.
Ya ne var? Bir kuru dil, siz buyurun, karnım tok!
Ötmeyin nâfile baykuş gibi karşımda, susun!
— Mürteci’sin be İmam?
— Mürteci’im, hamdolsun.
— Hele bak hamd ediyor!
— Hamd ediyorsam, yeridir:
Şâfi’î’nin mi, kimindir o şiir?
— Hangi şiir?
— Hani «Peygamber’in evlâdını candan sevmek,
Râfızîlikse…
— Evet,
— «Yerde beşer, gökte melek,
Râfızîdir bu, desin hepsi de hakkımda benim,
Ben oyum, işte…» diyor…
— Bildim, evet.
— Kàili kim?
— Şâfi’î zannederim, neyse, fakat maksadınız?
Şunu lûtfen bana teşrîh ediniz, anlatınız.
— Yıkılan yurduma cennet diyemem, ma’zûrum;
Hani ma’mûre? Harâbeyle benim neydi zorum?
Heybe sırtında «adâlet» dilenirken millet,
Müsterîh olmanın imkânı mı var, insâf et?
«Yaşasın! » ma’cunu a’lâ idi, yut, keyfine bak!
Tutmuyor şimdi, fakat, bin yala parmak parmak.
— Niye tiryâkisi oldun bu kadar sen de ayol?
Tutmuyor, çünkü alıştın… Yemeyeydin bol bol.
Hem bizim ma’cunu pek hırpalamak doğru mu ya?
— Dur canım! Ben kızarım böyle vakitsiz şakaya…
Sözü tekmîl edeyim…
— Sonra bitir, dinle biraz:
Bir yutar, beş yutar, afyonkeşi afyon tutmaz;
Der ki: Toprak mı, ne zıkkım bu, varıp anlamalı.
Açılır kurna başından, sıyırır peştemalı,
Nalının sırtına atlar, sürerek doğru gider,
Hangi attarsa, bulur: «Tutmadı yâhu, yine! » der.
Gülmeden çatlayadursun biriken çarşı, pazar;
«Bu kadar tuttuğu yetmez mi kuzum? » der attar.
Siz de artık uzun etmektesiniz, hem pek uzun;
Üç saat esnemeden dinlediğim nutkunuzun,
«Yaşasın! » ma’cunu peymâne-i ilhâmı bütün,
Hani, sarhoş kuşa döndün, mütemâdî öttün!
— Bırak oğlum, yeter artık, şakanın vakti değil.
— Sen de, öyleyse bizim ma’cuna baş kesmeyi bil!
— Sâde bir «bal» deyivermekle ağız tatlansa,
Arı uçmuş diye, kaçmış diye hiç çekme tasa.
Ağlasın milletin evlâdı da bangır bangır,
Durma hürriyyeti aldık diye, sen türkü çağır!
Zulmü alkışlayamam, zâlimi aslâ sevemem;
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.
Biri ecdâdıma saldırdı mı, hattâ, boğarım…
— Boğamazsın ki!
— Hiç olmazsa yanımdan koğarım.
Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapamam;
Hele hak nâmına haksızlığa ölsem tapamam.
Doğduğumdan beridir âşıkım istiklâle,
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lâle.
Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum?
Kesilir, belki, fakat çekmeye gelmez boyunum.
Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim.
Adam aldırma da geç git, diyemem, aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım.
Zâlimin hasmıyım amma severim mazlûmu…
İrticâın şu sizin lehçede ma’nâsı bu mu?
— Yok canım!
— Yok deme!
— İfrât ediyorsun Köse…
— Yâ?
İşte ben mürteci’im, gelsin işitsin dünyâ!
Hem de baş mürteci’im, patlasanız çatlasanız!
Hadi kànûnunuz assın beni, yâhud yasanız!
— Yasa yok şimdi.
— Neden, bitti mi?
— Çoktan bitti.
— Dede Cengiz ya?
— Bırak, derdimi deştin: Gitti!
— Getirirler yine lâzımsa…
— Hayır, gitti gider.
— Deme oğlum!
— Ya bizim düşmanımızmış o meğer…
Dedenizdir diye bir kahbe çıfıtmış yamayan…
— Size hâ?
— Öyle ya, çok geçmedi, lâkin, aradan,
Geldi bir başka gâvurcuk, dedi «Cengiz’le, ayol,
Bu hısımlık nereden çıktı ki, siz Türk, o Moğol! …»
— Sonra? ..
— Hiç!
— Hiç mi?
— Sönüp gitti o kızgın piyasa.
— Hem de bir püfle!
— Evet, şimdi ne hâkan, ne yasa!
— Kimse ma’kul kefereymiş, o herif.
— Sorma Köse’m…
— Çok şükür sizde de pek yok, değil amma sersem!
— İğnelersin şu benim neslimi yüz buldukça,
Sana elmas gibi hürriyyeti kim verdi, Hoca?
Ne yaman şeydi unuttun mu o istibdâdı?
Hep fecâyi’di, hayâtın hele hiç yoktu tadı.
Milletin benzi sararmış, işitilmezdi refâh;
Her nefes dört elifin sırtına binmiş bir «âh! »
O ne günler…
— Beni kızdırmaya söyler mahsus,
Yeter artık!
— Niye?
— Ezber bilirim hepsini, sus!
— Ne tuhafsın! Bana döktürmeyeceksin içimi…
— Yok paşam, sizde tuhaflık, o benim haddim mi?
— Müstebiddin de gem almaz soyu çıktın, git git,
Sen ki hürriyyet için nefyolunurdun, a tirit!
İşi yok, şimdi muhâlifliğe sarmış derdi…
— Hoca rahmetli kerâmet gibi söz söylerdi…
— Bâri tuttun mu?
— Ne mümkün? O zaman nerde akıl?
— Sonradan geldiği sâbit mi efendimce, nasıl?
— Döverim ha!
— Hadi dövmüş kadar ol!
— Dur be adam,
Dinle, zevzekliği terk et!
— Sana terk ettim, İmam!
— Ne diyordum be?
— Ya gördün mü kafan aynı kafa!
«Hoca rahmetli» dedin, öyle giriştindi lâfa.
— Evet, oğlum, Hoca sevmezdi, bilirdim, Saray’ı;
Ama sövmezdi de hoşlanmadığından dolayı.
Vardı bir duygusu besbelli ki…
— Bilmem, varmış…
Pâdişah dendi mi, çokluk dil uzatmazlarmış!
— Hiç unutmam, Hocazâdem ki, sıcak bir gündü,
Bahçedeydik, bana bir parça baban küskündü.
— Sana düşkündü babam, küstüğü olmazdı ama…
— Boşboğazsın diye kızmıştı.
— Kerâmet!
— Sorma!
Büsbütün kızdırayım bâri, dedim…
— Yâ? Çok iyi:
Çivi, bir an’anedir bizde, sökermiş çiviyi.
— «Ortalık şöyle fena, böyle müzebzeb işler,
Ah o Yıldız’daki baykuş ölüvermezse eğer,
Âkıbet çok kötü…» dîbâce-i ma’lûmuyle,
Söze girdim.
— Kızıyor muydu?
— Hayır.
— Tekmille!
— Bırakan var mı ki? Rahmetli Hocam doğrularak,
Dedi:
«Oğlum, bu temennî neye benzer, bana bak:
Eşeklerin canı yükten yanar, aman, derler,
Nedir bu çektiğimiz derd, o çifte çifte semer!
Biriyle uğraşıyorken gelir çatar öbürü;
Gelir ki taş gibi hâin, hem eskisinden iri.
Semerci usta geberseydi… Değmeyin keyfe!
Evet, gebermelidir inkisâr edin herife.
Zavallı usta göçer bir gün âkıbet, ancak,
Makàmı öyle uzun boylu nerde boş kalacak?
Çırak mı, kalfa mı, kim varsa yaslanır köşeye;
Takım biçer durur artık gelen giden eşeğe.
Adam meğer acemiymiş, semerse hayli hüner;
Sırayla baytarı boylar zavallı merkepler.
Bütün o beller, omuzlar çürür çürür oyulur;
Sonunda her birinin sırtı yemyeşil et olur.
«Giden semerciyi, derler, bulur muyuz şimdi?
Ya böyle kalfa değil, basbayağ muallimdi.
Nasıl da kadrini vaktiyle bilmedik, tuhaf iş:
Semer değilmiş o rahmetlininki devletmiş! »
Nasîhatim sana: Herzeyle iştigâli bırak;
Adamlığın yolu nerdense, bul da girmeye bak.
Adam mısın: Ebediyyen cihanda hürsün, gez;
Yular takıp seni bir kimsecik sürükleyemez.
Adam değil misin oğlum: Gönüllüsün semere;
Küfür savurma boyun kestiğin semercilere.»
* * *
— Sen işin yoksa devir çamları paldır küldür;
Neslimin şöyle dönüp bakması hattâ züldür.
Gözüm ensemde değil, görmeliyim ben önümü;
Kestik attık hele mâzî denilen kör düğümü!
Ne zamandan beridir bağlıyız artık bıktık;
Demir aldık o sizin an’anelikten çıktık.
— Pupa yelken açılın şâyed oturmazsa gemi!
Bu tenezzüh, cici bey, doğruca Kağtâne’ye mi?
— Hayır, enginleri bir bir geçerek, gâyemize.
— Hele bir kerre çıkın Marmara’dan Akdeniz’e!
Fıkra gelsin mi?
— İşin fıkracılık zâten İmam!
Korkarım çam devirirsin yine…
— Bilmem çam mam!
«Bocalarken bakar üstündeki kaptan acemi,
Sarılır bir kayanın boynuna bîçâre gemi.
«Bu nedir, Beybaba, bittik mi, ne olduk? » derler;
Kimi evrâd okur üfler, kimi lâ-havle çeker.
«Yok canım! » der, Hacı Kaptan, biriken yolculara:
«Su tükenmiş, haberim yok, buyurun işte kara! »
Siz de, oğlum, bu mahârette, bu cür’ettesiniz:
Gemi yüzdürmek için kalmadı meydanda deniz!
— Dinle bir fıkra da benden bakalım şimdi.
— Olur.
— «Devr-i sâbık»ta, kazâ teknesi, bir köhne vapur,
Akdeniz hattına tahsîs edilir bol keseden.
Eski kaptan «Gidemem, der, getirin varsa giden.»
Yeni kaptan gelerek, doğru çıkar mevki’ine.
Adamın tâli’i oldukça güzelmiş ki yine,
Yel üfürsün, su götürsün diye bekletmez pek,
Gece kalkar bu adem postası İzmir diyerek.
Göksu’daymış gibi fış fış yüzedursun miskin…
Denizin neş’esi a’lâ, hava enfes… Lâkin,
Bir taraftan verivermez mi nihâyet patlak,
Tekne körkandil olur, yolcular allak bullak.
Şimdi bîçâre süvârîye ne dur var, ne otur;
Dinlenir farz ederek birçok emirler savurur:
«Getirin hartayı! » der; baksana mâşâ’allâh:
Şile, Bartın, Kızılırmak… Güzelim, Bahr-i Siyâh!
— Akdeniz yok mu?
— Hayır yok.
— Bu nasıl kaptanlık?
— Haklısın Beybaba, göndermediler, çok yazdık.
Eğilir sonra bakar: İbresi yok bir pusula…
Yürümez ezbere, yâhû, gemi, eyvahlar ola!
Bora estikçe eser, dalgalar azdıkça azar…
«Getirin ibreyi! » der, bulmanın imkânı mı var?
«İbre yok, Beybaba, bilmem ne getirsek? » derler…
O da: «Öyleyse şehâdet getirin! » der bu sefer.
* * *
Verdiğin tek silik onluktu, behey aksi İmam,
Olacak söz mü dokuz kubbeli, çinçinli hamam?
Bize devlet diye teslîm olunan şey neydi?
Çarpacak sâhil arar, kupkuru bir tekneydi!
On sekiz mil mi gideydik? Batırırdık…
— Lebbey?
Batmadık bir yeriniz kaldı mı, bilsem, cici bey?
«Devr-i sâbık» mı dedin şimdi? .. Elindeyse, çevir,
Ensesinden tutup eyyâmı da gelsin o devir.
Milletin beş parasız onda, emîn ol, yedisi!
Gündüzün aç dolaşır, akşama kırk ev kedisi!
Yatırın âlemi çavdar karışık mezbeleye:
Ne bu? Ekmek! diye dünyâyı verin velveleye.
Hastalık, kehle, sefâlet saradursun, kol kol,
Sâde siz seyre bakın!
— Harb-i Umûmî bu, ayol!
— Devr-i sâbıkta gebermezdi adam böyle zelîl,
Diri bir yanda uzanmış, ölü bir yanda sefîl.
— Niye hürriyyet için sürgüne gittindi?
— Evet.
Gittim amma bu değil beklediğim hürriyyet.
Zâten i’lân edilirken işi çakmıştım ya…
Çatlasan hayra yorulmazdı o miskin rü’ya!
Ne herifler, ne kılıklar, ne nutuklardı, düşün!
— Düşünür, arz ederim sonra!
— Unutmam, bir gün,
Bâbıâlî yokuşundan çıkıyordum, baktım:
Yolu boydan boya tutmuş eli bayraklı takım.
Geziyor başların üstünde genizden bir ses.
Çömelip, salya sümük, ağlayadursun herkes,
Ben görür görmez öten zurnayı bir irkildim…
Ay, Zuhûrî’ye çıkan maskara! Bildim… Bildim…
Değişen bir yeri yok, dinleyemem kim ne dese.
Yine bir kıl keçe altında kapanmış ense;
Yine yıllarca hamamsız ki boyun musmurdar;
Yine parmak gibi, âfâka batan, tırnaklar;
Yine merdâne geçirmiş gibi yatkın bir yüz,
Ki hayâ nâmına tek ârıza bilmez, dümdüz!
Yine bir tatsız alın, yassı burun, basma çene…
Hep o, hiç başka değil, gördüğüm evvelki sene.
— Kimdi, anlat şunu?
— Kuzguncuk’a geçtim bir gün,
Molla’nın köşküne yaklaşmadan etmez mi sökün,
Belki kırk elli köpek, havlayarak, nerdense…
— Ama hiç saklama: Korkup da oturdun mu Köse?
— Köse dünyâda senin söylediğin haltı yemez;
Parçalar, belki, fakat üstüme itler siyemez.
— Hadi öyleyse, Hocam, sell-i asâ et de yanaş!
— Saldıran yoktu ki… Derken kocaman bir karabaş,
Karşıdan başladı ses vermeye…
— Lâkin bu yaman,
Konağın bekçisi besbelli…
— Değilmiş, dur aman!
O içerden, bu yiğitler de dışardan ürüdü;
Bir ağız kavgasıdır aldı, tabî’î, yürüdü.
Karabaş sustu neden sonra, köpekler yattı;
Şimdi âfâkı gümüş kahkahalar çınlattı.
Kapıdan bir göreyim şöyle, dedim, vay canına:
Adam olmuş karabaş, geçti beyin ta yanına.
Ben şaşırmış bakıyordum ki sadâlar dindi;
Karabaş salta dururken dönerek silkindi,
Oldu bir zilli köçek, oynadı hop hop göbeği;
Hani varmış gibi karnında beş aylık bebeği!
Karabaş sonra Zuhûrî’ye de çıksın mı sana?
Hem nasıl, taş çıkarır, belki, Burunsuz Hasan’a.
Ne Arap kaldı, ne Lâz kaldı, ne Çerkes, ne Pomak,
Öyle bir kesti ki taklidleri, bittim…
— Hele bak!
Çok köpoğluymuş!
— Evet, pek de utanmaz şeydi…
— Parsa çok muydu?
— Bırak, toplasın, oğlum, değdi…
Kaçıranlar bile olmuş, o kadar gülmüştük.
İşte yavrum, bu omuzlarda gezen dilli düdük,
Havlayan, zil takınan, sonra Zuhûrî’ye dalan,
O bizim soytarının kendi değil miydi?
— Yalan!
— Karabaş gel! diyecektim…
— Dememiştin ya, sakın?
— Ne dedim, bilmiyorum, tâ öteden bir çapkın,
Gâlibâ sezdi ki, yekten dedi: «Halt etme sofu!
Gördüğün fesli: Senin milletinin feylesofu.
Bu ve emsâli dehâlar tutuyor memleketi.
Sen bu şenlikleri gördünse kimin ma’rifeti? »
Dedim: «Ezberleyelim, saysana, oğlum, bir bir,
Şu dehâlar dediğin kaç kişidir, kimlerdir? »
— «İçtimâî biri, dehşetli siyâsî öbürü;
Hele mâliyyecimiz yok mu, bu ilmin pîri.»
Sayı dolmuştu, fakat bende tükenmişti sıfır;
Dön işin yoksa fırıldak gibi artık fır fır.
Böyle bir korku geçirmiş değilim ömrümde;
Benzedim gitti o gün neşvesi kaçmış Kürd’e.
— Yine bir fıkra mı yerleştireceksin araya?
— Hani vâiz geçinen maskara şeyler var ya,
Der ki bir tânesi peştahtayı yumruklayarak:
Dinle dünya nenin üstünde durur, hey avanak!
Yerin altında öküz var, onun altında balık;
Onun altında da bir zorlu deniz var kayalık.
Öteden Kürt atılır:
— Doğru mu dersin be hoca?
— Ne demek doğru mu dersin? Gidi câhil amıca!
Sözlerim basma değil, yazma kitaptan tekmil;
Kim inanmazsa kızıl kâfir olur böylece bil.
— Rahatım yok benim öyleyse bugünden sonra;
Gömülüp kurtulayım bâri hemen bir çukura.
— Ne zorun var be adam?
— Anlatayım dur ki hocam:
Ben bu dünyâyı görürdüm de sanırdım sağlam.
Ne çürükmüş o meğer sen şu benim bahtıma bak:
Tutalım şimdi öküz durdu, balık durmayacak;
Diyelim haydi balık durdu biraz buldu da yem,
Ya deniz? .. Hiç dibi yokmuş bu işin… Ört ki ölem!
* * *
Ne dedin fıkrama?
— Gâyetle fenâ.
— Vay?
— Dinle:
Memleket mahvoluyor, baksana, bedbinlikle.
Ben ki ecdâda söven maskaralardan değilim,
Anarım hepsini rahmetle… Fakat münfa’ilim.
— Niye?
— Zerk etmediler kalbime bir damla ümîd.
Hoca, dünyâda yaşanmaz, yaşamaktan nevmîd.
Daha mektepte çocuktuk, bizi yıldırdı hayat;
Oysa hiç korku nedir bilmeyecektik, heyhat!
Neslim ürkekmiş, evet, yoktu ki ürkütmeyeni;
«Yürü oğlum! » diye teşcî’ edecek yerde beni,
Diktiler karşıma bir kapkara müstakbel ki,
Öyle korkunç olamaz hortlasa devler belki!
Bana dünyâya çıkarken «batacaksın! » dediler…
Çıkmadan batmayı öğren, ne kadar saçma hüner!
Ye’si ezber bilirim, azmi yüzünden tanımam;
Okutan böyle okutmuştu, beğendin mi İmam?
— Çattı, lâkin, o yalan bellediğin istikbâl.
— Hadi çatmış diyelim, kimlere âid ki vebâl?
Bir ışık gösteren olsaydı eğer, tek bir ışık,
Biz o zulmetleri bin parça edip çıkmıştık.
İki üç yüz senedir serpemiyor bizde şebâb;
Çünkü bîçârenin âtîsine îmânı harâb.
Hissi yok, fikri bozuk, azmini dersen: Meflûc…
Hani rûhunda o haksızlığa isyan, o hurûc?
Karşıdan zinde görürsün, sokulursun ki: Yarım…
Yandık ecdâdımızın nârına, hâlâ yanarım!
Ye’si tekfîr eden îmânıma olsun ki yemin,
Bize telkîn-i ümîd etmediler, yoksa bu din,
Yine dünyâlara yaymıştı yeşil gölgesini;
Yine hakkın sesi boğmuştu dalâlin sesini.
Müslümanlık bu değil, biz yolumuzdan saptık,
Tapacak bir putumuz yoktu, özendik, yaptık!
Göreyim gel de büyük bildiğin Allâh’ı kayır…
Hani, tevfîk-i İlâhî’ye kanan var mı? Hayır.
Ya senin âlem-i İslâm’ın inanmış ye’se;
Dîn-i resmîsi odur, vazgeçemez kim ne dese!
Önce dört kıt’ayı alt üst eden îmân-ı metîn;
Sonra, dört yüz bu kadar milyon adam, hepsi cebîn!
Şark’a in, Mağrib’e yüksel, göremezsin galeyan…
Nasıl olmuş da uyuşmuş bütün ümmetteki kan?
Niye tutmuş da bu şevket, bu şehâmet dîni,
Benden imsâk ediyor ceddime bezl ettiğini?
Yaşamak hakk-ı sarîhim mi? Evet. Bir mantık,
Bunu inkâr edemez, çünkü bedîhî artık.
Bir bedâhet de bu öyleyse: «Çalışmak borcum.»
Yok irâdem ki, fakat, dipdiri bir meflûcum!
— Ya kabâhat yine mâzîde mi? ..
— Bilmem, kimde…
Bir çıfıt sillesi kaç yıldır öter beynimde:
Dedi: «Farz et senin Asya’n yedi yüz milyonmuş;
Ne çıkar? Davranamaz hiç ki, serâpâ donmuş.
Vâkıâ biz bir avuç unsuruz amma boğarız,
Kimi dünyâda görürsek hareketsiz, cansız.»
Ah o din nerde, o azmin, o sebâtın dîni;
O yerin gökten inen dîni, hayâtın dîni?
Bu nasıl dar, ne kadar basmakalıp bir görenek?
Müslümanlık mı dedin? … Tövbeler olsun, ne demek!
Hani Kur’ân’daki rûhun şu heyûlâda izi,
Nasıl İslâm ile birleştiririz kendimizi?
Ye’si tedrîc ile zerk etmiş edenler dîne…
O ne mel’un aşı, hiç benzemiyor, hiç birine!
Dikkat et: 1000 senesinden beri, a’sâbı harâb,
Yatıyor koskoca bir âlem-i îman, bîtâb.
Pıhtı hâlinde yürekler, cevelânsız kanlar;
Çevirip yastığı tekrar uyuyor kalkanlar!
Gözünün gördüğü yok beynine çarpan güneşi! ..
— İyi amma nasıl îkàz edeceksin bu leşi?
— Leş değil.
— Leş mi değil?
— Dipdiri… Dalgın, yalnız…
Şimdi kurtarmak için azmedelim, kurtarırız:
Verelim gel de şunun kalbine bir canlı ümîd.
— Ne kolay! Sa’y-i medîd ister ayol, sa’y-i medîd!
— Eklerim ben de mesâîyi tutar birbirine,
Al kuzum, istediğin sa’y-i medîd oldu yine.
Var mı bir başka sözün söyleyecek?
— Elbet var:
Hani, tevfîki hesâb etmedin, onsuz ne çıkar?
— Ama kul neyle mükellefti ki, tevfîk ile mi?
Hiç değil, sa’y ile; tevfîk, o: Hudâ’nın keremi.
Sarıl esbâba da çık, işte tarîk, işte refîk;
Ne vazîfen senin olmazmış, olurmuş tevfîk?
Oturup dil dökecek yerde gidip döksene ter!
Bin çalış gâyen için, bir kazan ömründe yeter.
Mütebâkî o dokuz yüz emeğin yok mu, Hocam?
— Daha doksan dokuz ister, ne demek, etsene zam!
— Hadi ettik… Biri olmaz, biri hattâ, zâyi’;
Ya onun gâyede tek hissesi var, hem şâyi’.
Dinle üç beş sene evvel geçen oldukça mühim,
Bir ufak hâdiseden bahsedeyim…
— Dinleyelim.
— Hüseyin Kâzım’ı elbette bilirsin?
— Lebbey?
— Kadri Bey zâde canım?
— Hâ! Şu bizim Kâzım Bey.
— O, zirâ’atle çok uğraştı, bilir çiftçiliği…
— Gördüm! Âsârı da var köylü için… Hem pek iyi…
— Bir zamanlar, hani, tenvîr edelim halkı diye,
Toplanırdık ya…
— Evet, «Hey’et-i İrşâdiyye».
— O senin söylediğin canlı eserler, sanırım,
Yeni bitmişti ki, gösterdi de bir gün Kâzım,
Dedi: «Meclisce münâsibse basılsın da hemen,
Okusun taşralılar gönderelim meccânen.»
Biz bu teklîfi beğendik, aramızdan sâde,
İ’tirâz etti şu sûretle Recâîzâde:
«Güzel yazılmış eserler ve şüphesiz ki müfîd;
Fakat, basılsa okurlar mı? Bence azdır ümîd,
Evet, beş on kişi ancak okur tenevvür eder;
Bizim mesârif-i tab’iyye olmayaydı heder.»
Dedik: «Cevâbını versin müellifin kendi.»
Kabûl edildi bu teklîfimiz, peki, dendi.
— Ne söylemiş, bakalım, çünkü pek güzel söyler?
— Söz aldı, başladı Kâzım:
— «Efendiler, beyler,
Şu bahsi geçmiş eserler nedir? Zirâîdir.
Müdâfa’âtımı öyleyse pek tabî’îdir,
Alıp da nakledivermek bütün tabîatten,
Bütün tabîate hâkim şu’ûn-i kudretten.
Bilirsiniz ki: Hudâyî biten en ince nebat,
Döker de her sene milyonla canlı tohm-ı hayat,
Göçerse öyle göçer hilkatin bahârından.
Yabâni hardala mümkün mü olmamak hayran?
Ya bir papatyaya kàbil mi etmemek hürmet?
Ne vergi vermedelerdir? Çiçek başından, evet,
Zemînin aldığı tohmun yekûnu: Milyarlar!
Demek, tabîati icbâr eden avâmil var,
Bu ihtişâma, bu vâsi’, bu müdhiş isrâfa;
O, iktisâdı bırakmazdı yoksa bir tarafa.
İşin hakîkati: Hilkat ne kâr arar, ne zarar;
Bekà-yı nesle bakar hep, bekà-yı nesli sorar.
Neden mi? Çünkü hayâtın yegâne gâyesidir;
O gâye olmasa dünyâ bir âhiret kesilir.
Saçıp savurmada fıtrat bütün hazâinini;
Merâmı gâyesinin böylelikle te’mîni.
Ya önceden biliyor, binde kim bilir ne kadar
Ziyâna uğrayacak sonradan bu milyarlar?
Kolay değil, kimi, intâş için zemin bulamaz;
Zemin bulur kimi, lâkin nedense doğrulamaz.
Bu çiğnenir, onu kurt yer, öbür zavallıyı kuş;
Bakarsınız: Çoğu bitmiş sonunda, mahvolmuş,
Sebât edip de, fakat kurtulan tohum pek azı.
Demek, saçarken eteklerle saçmadan garazı,
Şu çimlenen bir avuç tohmu devşirip, ancak,
Bekà-yı nesle varan gâyesinde kullanmak.
Demek, tabîat edermiş zaman zaman isrâf…
Hayır, tabîate müsrif demek bilâ-insâf,
Hatâ değil de nedir? Çünkü hayr için veriyor.
Efendiler, bize fıtrat nümûne gösteriyor,
Diyor ki: Gâyeniz uğrunda bezledin emeği;
Düşünmeyin hele hiçbir zaman esirgemeyi.
Efendiler, bu eserler de şimdi bastırılır,
Biner biner saçılır yurda, çünkü lâzımdır.
Buyurdular ki: Fakat bastırıp dağıttık mı,
Ziyân olup gidecek, hem büyükçe bir kısmı.
Efendiler, bilirim ben de çok bu işde ziyân;
Şu var ki: Savrulan efkârı toplayıp okuyan,
Velev pek az kişi olsun zuhûr eder mutlak.
Bizim de gâyemiz ancak o nesli kurtarmak.»
— Hakîkaten diyecek yok be! Âferin Kâzım!
— Zavallı Ekrem o gün «hakka ser-fürû lâzım»
Deyip rücû’ edivermişti.
— Âferin, Ekrem!
Şimdi, oğlum, sana bir vak’a da ben söylersem?
— Dinlerim, söyle Hocam,
— Âferin evlâd sana da!
— Hele bir âferin olsun diyebildin bana da!
— Kadri Bey sağdı, Trabzon’da henüz vâliydi.
Yine bir dolduran olmuştu ki Abdülhamid’i,
Karakoldan dediler: «Şimdi, İmam, Erzurum’a! »
Bir de kış, bir de kıyâmetti ki artık sorma!
Tıktılar, çalyaka, bir tekneye; sırtım gevşek,
Abam arkamda değil, sonra ne yorgan, ne döşek.
Titredim beş gece, dört gün…
— Ne de çok! Beş gece mi?
— Hocazâdem, hele bin türlü meşakkatle gemi,
Bizi bir sâhile aktardı «Trabzon» diyerek.
Henüz inmiş bakınırken: «Bunu Vâlî görecek,
Götürün şimdi öbür Lâz’la beraber konağa;
Durmayın! » emrini vermez mi bir oldukça ağa?
Yeniden doğmuşa döndüm. Aradan geçti biraz,
Söktü Mandal Hoca’dır gürleyerek…
— Ay, o mu Lâz?
— Yeni Câmi’deki vâiz, bileceksin belki?
— Bileceksin ne demek? Mandal’ı kim bilmez ki?
Tâcı yok, tahtı da yok, kendine mâlik sultan.
Gâlibâ öldü ki hiç gördüğümüz yok?
— Çoktan!
Ne güzel söyledin, oğlum, Hoca sultandı evet,
Yoktu dünyâda esîr olduğu hiçbir kuvvet.
Hele sen yoldaşımın hâlini görseydin o gün,
Eskisinden de perîşandı…
— Tabî’î, sürgün.
— Başta bir dalgalı fes, tâ tepesinden o ibik,
Çuk oturmuş bakıyor; mâvi beş on kat iplik,
Sapı yok püskülü tutmuş da, dışından ibiğe,
Bağlamış sımsıkı «Artık bu da kopmaz ya! » diye.
Önü göçmüş sarığın, arka taraf vermiş bel;
Çağlıyor püsküle baktım, üzerinden tel tel.
Saçak altında o gözler uzanan kaşlardan;
İki şimşek dolu gök sanki, yanarsın baksan!
Sonra, hendekler açılmış gibi kat kat bir alın;
Hani, bin parça olur, düşmeyegörsün, nazarın!
İri burnundan inip savruluyor çifte duman,
El ayak bağlı, solurken bu kıyılmaz arslan.
Karayel indiredursun tipi, yağmur, kar, kış;
Hoca çıplak, yalınız çok senelerden kalmış,
Yanı yırtmaçlı bir entârisi var sırsıklam,
Akıyor dört eteğinden hani bîçâre adam.
Lâkin aldırdığı yok: Hem sövüyor, hem yürüyor;
Göğsünün kılları donmuş, o ateş püskürüyor!
Oflu «hâinlere lâ’net! » dağıtırken bol bol,
Kime benzetti ki, bilmem, beni «berhurdâr ol»
Diyerek okşadı; artık ne kadar hoşlandım,
Bilemezsin… Sıcacık bir aba giydim sandım.
— Bakalım şimdi makàmında görün Kadri Bey’i;
Zorlu vâliydi herif…
— İlme de vardır emeği.
Evet, oğlum, Hoca Mandal’la tutunduk el ele,
Evvelâ Kâzım’ı gördük; bizi hürmetlerle,
Alarak durmadı vâlîye haber gönderdi;
Geliniz, emrini vâlî de serîan verdi.
Kâzım önden, hadi bizler de peşinden daldık.
— Vay İmam, sen yine düştün mü bu kışlarda? Yazık!
Ya Hocam, sen niye ta Yıldız’a çıktın bu sefer?
Otur anlat, bakalım, çünkü fenâ söylediler?
— Kim fenâ söyledi?
— İstanbul’a sormuştuk da…
Oflu tedrîc ile bağdaş kurarak koltukta,
Dedi:
Çoktan beridir vardı benim bir derdim:
Gideyim, zâlimi îkàz edeyim, isterdim.
O, bizim câmi uzaktır, gelemez, mâni’ ne?
Giderim ben, diyerek, vardım onun câmi’ine.
Kafes ardında hanımlar gibi saklıydı Hamid,
Koca Şevketli! Hakîkat bunu etmezdim ümid.
Belki kırk elli bin askerle sarılmış Yıldız;
O silâhşörler, o al fesli herifler sayısız.
Neye mâl olmada seyret, herifin bir namazı:
Sâde altmış bin adam kaldı namazsız en azı!
Hele tebzîri aşan masrafı, dersen, sorma.
Gördüğüm maskaralık gitti de artık zoruma,
Dedim ki: «Bunca zamandır nedir bu gizlenmek?
Biraz da meydana çıksan da hasbihâl etsek.
Adam mı, cin mi nesin? Yok ne bir gören, ne eden;
Ya çünkü saklanıyorsun bucak bucak bizden.
Değil mi saklanıyorsun, demek ki: Korkudasın;
Ya çünkü korkan adamlar, gerek ki saklansın.
Değil mi korkudasın var kabâhatin mutlak! ..»
Bir de baktım, canavarlar pusulardan çıkarak,
Koştular, tekmeye kuvvet kimi, dipçikle kimi,
Serdiler her tarafından delinen pöstekimi.
— Sonra? …
— Ben hissimi kaybetmişim artık…
— Vah! Vah!
— Sanki bir korkulu rü’yâ idi… Ferdâsı sabah,
Deniz üstünde bulup kendimi şaştım bu işe,
Dedim ki: «Anlatırım ben, Hamid öbür gelişe.
Adam aldıkça Lâzistan kıyısından takalar,
Kurtuluş yok, seni Mandal yine bir gün yakalar! »
Kadri Bey hem beni, hem vâizi tatyîb etti;
Aba giydirdi ki bizlerce birer hil’atti.
Sonra birçok paralar verdi…
— Cebinden mi?
— Evet.
Oflu reddetti, ben aldım…
— İyi olmuş…
— Elbet.
* * *
— İşte gördün ya, Hocam, millet için lâzım olan,
Hoca Mandal’daki îman gibi sağlam îman.
Titretirsin yine dünyâyı, emîn ol, tir tir;
Hele sen Şark’a o îmanda beş on sîne getir.
Zübbe vâlîye çatan hangi müderrisse, ona,
Sorarım ben ki: Açık gördüğü bir hak yoluna,
Kellesinden geçecek molla yetiştirmiş mi?
Oturup sâdece, mektepleri tenkîd iş mi?
Kuru lâftan ne çıkar? Tıngır elek, tıngır saç…
Mektebin açsa eğer, medresen ondan daha aç!
Bu da muhtâc, o da yıllarca mugaddî yemeğe.
«Niye boynun bu kadar eğri demişler, deveye,
A kuzum, hangi yerim doğru, demiş.» Söz de budur.
Sen işin yoksa, filân mesleğe ver pâyeyi, dur.
O filân meslek, evet, bizde filândan yüksek;
Bir bıçak sırtı kadar farkı, fakat ölçersek.
Beni gördün ya, şu ben kaç paralık şâirsem,
Senin ilmin de odur, nâfile uğraşma Köse’m.
«Bekçi hırsız yakalar bağda, koşar der ki beye,
— Bağladım haydudu, zor zar, ayağından direğe.
— Ayağından mı dedin? Kolları meydanda demek!
Ulan, aptal mı nesin? Şimdi çözer…
— Kim çözecek?
— Hele bak! Kendi çözer elleri boştaysa…
— Paşam,
Hiç telâş etme!
— Neden?
— Çünkü bizim köylü adam…
— Ne çıkar? Gitti gider…
— Gitmesinin var mı yolu?
Tut ki, ben bilmemişim bağlanacakmış da kolu;
Ayağından ipi gevşetmeyi akletmez o da.»
Biz de bir köylüleriz, yanlamışız bir yurda.
Öyle hiç kendini aldatmaya kalkışmamalı,
Hangimiz, başka metâız? Hepimiz Tırhallı!
Medresen var mı senin? Bence o çoktan yürüdü.
Hadi göster bakayım şimdi de İbnü’r-Rüşd’ü?
İbni Sînâ niye yok? Nerde Gazâlî görelim?
Hani Seyyid gibi, Râzî gibi üç beş âlim?
En büyük fâzılınız: Bunların âsârından,
Belki on şerhe bakıp, bir kuru ma’nâ çıkaran.
Yedi yüz yıllık eserlerle bu dînin hâlâ,
İhtiyâcâtını kàbil mi telâfî? Aslâ.
Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhâmı,
Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı.
Kuru da’vâ ile olmaz bu, fakat ilm ister;
Ben o kudrette adam görmüyorum, sen göster?
Koca ilmiyyeyi aktar da, bul üç tâne fakîh:
Zevk-ı fıkhîsi bütün, fikri açık, rûhu nezîh?
Sayısız hâdise var ortada tatbîk edecek;
Hani bir tâne «usûl» âlimi, yâhu, bir tek?
Böyle âvâre düşünceyle yaşanmaz, heyhât,
«Mültekà» fıkhınızın nâmı, usûlün «Mir’ât»,
Yaşanır, zannediyorsan, Baba Ca’fer’liksin,
Nefes ettir, çabucak, kendine, olsun bitsin!
Ölüler dîni değil, sen de bilirsin ki bu din,
Diri doğmuş, duracak dipdiri, durdukça zemin.
Niye isrâf edelim bir sürü iknâiyyât?
Hoca, mâdem ki bu din: Dîn-i beşer, dîn-i hayât,
Beşerin hakka refîk olmak için vicdânı,
Beşeriyyetle berâber yürümektir şânı.
Yürümez dersen eğer, rûhu gider İslâm’ın;
O yürür, sen yürümezsen, ne olur encâmın?
Oflu’nun ilmi de olsaydı o îmâna göre,
Şimdi baştanbaşa tevhîd ile dolmuştu küre,
O nasıl kalb, o nasıl azm, o nasıl itmînân? ..
İşte tevfîk-ı İlâhî’ye yürekten inanan;
İşte «lâ havfe aleyhim» diye Kur’ân-ı Hakîm,
Bu velî zümreyi etmektedir ancak tekrîm.
Hâlik’ın nâ-mütenâhî adı var, en başı: Hak.
Ne büyük şey kul için hakkın elinden tutmak!
Hani, Ashâb-ı Kirâm, ayrılalım, derlerken,
Mutlakà Sûre-i ve’l-Asr’ı okurmuş, bu neden?
Çünkü meknûn o büyük sûrede esrâr-ı felâh;
Başta îmân-ı hakîkî geliyor, sonra salâh,
Sonra hak, sonra sebat. İşte kuzum insanlık.
Dördü birleşti mi yoktur sana hüsrân artık.
Müslüman hakka zahîr olmaya her an mecbûr,
Sarsılır varlığı, göstermeye başlarsa fütûr.
Hele zulmün galeyânında bu mecbûriyyet,
Daha şiddetli olur başkalarından elbet.
Çünkü hak öyle zamanlarda kalır tehlikede,
Çâresizdir onu kurtarmaya bakmak sâde.
Bir adam dursa da bir zâlim imâmın yüzüne,
Adli emretse, bu zâlim de onun hak sözüne,
İnkıyâd eyleyecek yerde tutup kıysa ona,
O mücâhid yazılır ta şühedânın başına.
Hamza’dan sonra gelen şanlı şehîd ancak odur.
Hak için can verenin pâyesi elbet bu olur.
Hakkı bir zâlime ihtâr, o ne şâhâne cihâd!
«En büyüktür» dedi Peygamber-i pâkîze-nihâd.
Hak zelîl oldu mu millet de, hükûmet de zelîl.
«Hangi ümmette ki müşkildir edilmek tahsîl,
Âcizin hakkı kavîlerden… O, kuvvetlenemez.»
— Ne güzel söz bu! Şümûlüyle beraber mûcez.
— Ömer’in hutbesi aklında mı bilmem?
— Bilmem…
— «Eyyühe’n-nâs, ederim taptığım Allâh’a kasem,
Yoktur aslâ şu cemâ’atte ki hiçbir âciz,
Benim indimde sizin olmaya en kàdiriniz,
Bir kavînizde olan hakkını kurtarmam için.
Bir kavî kimse de yoktur ki bu ümmette, bilin,
En zaîf olmaya nezdimde, tutup kendinden,
Âcizin hakkını ısrâr ile isterken ben.»
Ömer’in işte, Hocam, çizdiği meslek buydu.
— Lâkin akvâline ef’âli bi-hakkın uydu.
— Sallanan çünkü kılıçlardı; ne kuyruk, ne kavuk!
Öyle bir devr-i şehâmette kolaydır ululuk.
Senin etrâfını alsın ki yığınlarca sefîl,
Kimi idmanlı edebsiz, kim ta’limli rezîl.
Kiminin fıtratı âzâde hayâ kaydından;
Kiminin iffeti ikbâline etten kalkan.
O kumarbaz, bu harâmî, şunu dersen, ayyâş,
Sonra mecmû’u müzevvir, mütebasbıs, kallâş…
Bu muhîtin bakalım şimdi içinden çıkabil;
Ne yaparsın? Ömer olsan, yine hâlin müşkil.
Uğramaz doğru adam semtine, lâkin, heyhat,
Gece gündüz seni ıdlâle müvekkel haşerat!
Kulağın hak söze artık ebediyyen hasret;
Kustuğun herze: Ya hikmet, ya büyük bir ni’met!
Yutan olmazsa dedin, öyle mi? Beyhûde merak;
Dalkavuklar onu hazmetmeye candan müştak!
Geyirirsin herifin burnuna, oh, der, ne nefîs!
Aksırırsın, vay efendim, bu ne âheng-i selîs!
Tükürürsün o mülevves yüze «hak tû! » diyerek;
Sırıtır: «Sorma, samîmiyyetimiz pek yüksek.»
İçiyorsan, sofu, sarhoş sana herkes sâkî…
«İşretin hurmeti hâlâ mı? O sizler bâkî! »
Irza düşmansan eğer, âileler hep mahrem…
«Ne büyük vahşet esâsen bu selâmlıkla harem! »
Bir muhâlif hava yok, dinlediğin aynı sadâ:
«Zât-ı sâmînize millet de, hükûmet de fedâ.»
Menfa’attir seni tehdîd edecek tek mevcûd,
Çünkü çıksan da nebîyim diye, hasmın ma’bûd!
Sofusun farz edelim, şimdi de boy boy tesbîh…
Dalkavuklar bütün insan kesilir lâ-teşbîh!
Taylâsan, cübbe, kavuk, hırka, hep esbâb-ı riyâ,
Dış yüzünden Ömer’in devri muhîtin gûyâ.
Kimi sâim, kimi kàim, o tavanlar, yerler,
«Kul hüva’llâhu ehad» zemzemesinden inler.
Sen bu coşkunluğa istersen inan, hepsi yalan,
«Hüve»nin merci’i artık, ne «ehad»dir, ne filân.
Çünkü mâdem yürüyen sâde senin saltanatın,
Şimdilik heykeli sensin tapılan mefa’atın.
Kanma, hey kukla kıyâfetli adam, hey sersem,
Herifin ağzı «samed», mi’desi yüzlerce «sanem! »
Sen de bir tekmede buldun mu, nihâyet, yerini,
Ne kılıktaysa gelen, hepsi hüviyyetlerini,
Aynı mâhiyyete aktarma ederler çabucak.
Sana her gün sekiz on kerre söverler mutlak.
Hani dillerde gezen nâmın, o hiçten şerefin?
Ne de sağlammış, evet, anlasın aptal halefin:
«Âh efendim, o ne hayvan, o nasıl merkepti!
En hayır-hâhı idik, bizleri hattâ tepti.
Bu hayâ der, bu edeb der, verir evhâma vücud;
Bilmez aptal ki değil hiçbiri zâten mevcud.
Din, vatan, âile, millet, ebediyyet, vicdan,
Sonra haysiyyet-i zâtiyye, şeref, şöhret, şan,
Daha bir hayli hurâfâta herîf olmuş esîr.
Sarmısak beynine etmez ki hakàik te’sîr.
Böyle Ankà gibi medlûlü yok esmâya kanar;
Adamın sabrı tükenmek değil, esmâsı yanar.
Kız, kadın hepsi haremlerde bütün gün mahbûs,
Şu telâkkîye bakın, en kötü vahşet: Nâmûs!
Herifin sofrada şampanyası hâlâ: Ayran,
Bâri yirminci asırdan sıkıl artık, hayvan!
İçelim sıhhat-i sâmînize… Hay hay içeriz!
Biz, efendim, senin uğrunda bu candan geçeriz.
İçelim… Durmayalım… Âfiyet olsun… Şerefe! »
Sonra nevbetle, uzunboylu, söverler selefe.
Halefin farz edelim şimdi öbür mektepten.
Dalkavuklar yeni bir maske takarlar da hemen,
Kuşatırlar yine etrâfını:
«Sübhân’allâh!
Bu ne fıtrat, bu ne vicdân-ı me’âlî-âgâh!
Zât-ı ulyâları Hakk’ın bize in’âmısınız,
Kimsiniz, söyleyiniz, Hazret-i Mûsâ mısınız?
Hele Fir’avn’ın elinden yakamız kurtuldu;
Hele mahvolmadan evvel sizi millet buldu.
Âh efendim, o herif yok mu, kızıl kâfirdi;
Çünkü bir şey tanımaz, her ne desen münkirdi.
Ne edeb der, ne hayâ der, ne fâzîlet, ne vakar;
Geyirir leş gibi, mu’tâdı değil istiğfar.
Aksırır sonra, fütûr etmeyerek, burnumuza…
Yutarız, çare ne, mümkün mü ilişmek domuza?
Savurur balgamı ta alnımızın ortasına,
Tükürürmüş gibi taşlıktaki tükrük tasına!
Hezeyan, sorsanız, Allah; hezeyan, Peygamber;
Din, vatan, âile, millet gibi yüksek hisler,
Ahmak aldatmak için söylenilir şeylermiş…
Bu hurâfâtı hakîkat diye kim dinlermiş?
Âkil oymuş ki: Hayâtın bütün ezvâkından,
Durmayıp hırsını tatmîne edermiş îman.
Âhiret fikri yularmış, yakışırmış eşeğe;
Hiç kanar mıymış adam böyle beyinsizce şeye?
Hele ahlâka sarılmak ne demekmiş hâlâ?
Çekilir miymiş, efendim, gece gündüz bu belâ?
Zevki hakmış adamın, başkası hep bâtılmış…
Çok tuhafmış bunu insanlar için anlamayış!
Âh, efendim, daha söylenmeyecek işler var…
Çünkü nâmûsa musallattı o azgın canavar.
— İyi amma niye sarmıştınız etrâfını hep?
— Hakk-ı devletleri var, arz edelim neydi sebep:
Tepeden tırnağa her gün donanıp sırsıklam,
Hani, yuttuksa o tükrükleri, faslam faslam,
Vatan uğrunda efendim, vatan uğrunda bütün.
Biz o zilletlere katlanmamış olsaydık dün,
Memleket yoktu bugün, yoktu, iyâzen-billâh…
Öyle üç balgam için millete kıymak da günâh.
Herif ancak bizi bir parçacık olsun saydı;
Başıboş kalmaya gelmezdi, eğer kalsaydı,
Mülkü satmıştı ya düşmanlara, ondan da geçin,
Yıkmadık âile koymazdı Hudâ hakkı için.
Bulunur pek çok adam cenge koşup can verecek;
Harbin en müşkili haysiyyeti kurbân etmek.
Bu fedâîliği bir biz göze aldırmıştık.
Ama Hâlik biliyor, bilmesin isterse balık.
Ey veliyyü’n-niam, artık size bizler köleyiz;
Yalınız emrediniz siz, yalınız emrediniz.»
— Şimdi, oğlum, kızacaksın ya, fakat, boş ne desen;
Bu rezâlet beni me’yûs ediyor âtîden.
Hâle baktıkça adam kahroluyor elde değil;
Bizi kim kurtaracak, var mı ki bir başka nesil?
— Âsım’ın nesli, Hocam,
— Nerde!
— Hayır, haksızsın!
Gâlibâ oğlana pek fazla bugünler hırsın?
— Âsım’ın nesli… diyorsun. Ne uzun boylu hayâl!
— Âsım’ın nesline münkàd olacak istikbâl.
Sana vicdânımı açtım okudum, dinlesene;
Söyleten başkasıdır, bakma, Hocam, söyleyene.
— Ne kehânet bu?
— Bilirsin ki değil mu’tâdım.
— Güzel amma, ne fazîletleri var evlâdım?
— Ne fazîlet mi? Çocuklar koşuyor, aç çıplak,
Cebheden cebheye arslan gibi hiç durmayarak.
Yine vardır bir ölüm korkusu arslanda bile;
Yüzgöz olmuş bu çocuklar ölümün şahsıyle!
Cebhenin her biri bir kıt’ada, etrâfı deniz;
Kara dersen daha dehşetli: Ne yol var, ne de iz.
Harekâtın görüyorsun ya, Hocam, en kolayı,
Yalnayak Kafkas’ı tutmak, baş açık Sînâ’yı!
Yapılır zannediyorsan, bakalım, sen de soyun…
Kıt’a kapmak, köşe kapmak değil artık bu oyun.
Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?
En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi,
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde -gösterdiği vahşetle «bu: bir Avrupalı! »
Dedirir- yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!
Eski Dünyâ, Yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, tûfan gibi, mahşer mahşer.
Yedi iklîmi cihânın duruyor karşına da,
Ostralya’yla berâber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ…
Hani, tâ’ûna da züldür bu rezîl istîlâ!
Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asîl,
Ne kadar gözdesi mevcûd ise, hakkıyle sefîl,
Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz…
Medeniyyet denilen kahbe, hakîkat, yüzsüz.
Sonra mel’undaki tahrîbe müvekkel esbâb,
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.
Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lâğam,
Atılan her lâğamın yaktığı: Yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkàz-ı beşer…
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara, vâdîlere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.
Veriyor yangını, durmuş da açık sînelere,
Sürü hâlinde gezerken sayısız tayyâre.
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermîler…
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdîde güler!
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat îman?
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?
Çünkü te’sîs-i İlâhî o metîn istihkâm.
Sarılır, indirilir mevki’-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkîf edemez sun’-i beşer;
Bu göğüslerse Hudâ’nın ebedî serhaddi;
«O benim sun’-i bedî’im, onu çiğnetme» dedi.
Âsım’ın nesli… diyordum ya… nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek.
Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar…
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,
Yaralanmış temiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir Hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd’i…
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
«Gömelim gel seni târîhe» desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb…
Seni ancak ebediyyetler eder istîâb.
«Bu, taşındır» diyerek Kâ’be’yi diksem başına;
Rûhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan;
Sen bu âvîzenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvîzeni lebrîz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana…
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.
Sen ki, son Ehl-i Salîb’in kırarak savletini,
Şark’ın en sevgili sultânı Salâhaddîn’i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran…
Sen ki, İslâm’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, rûhunla berâber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın… Heyhât,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât…
Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber,
Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber.
— Bırak Allâh’ı seversen, yine berbâd oldum!
O yanık defteri artık kapa, zîrâ doldum…
Tıkanıp durmadayım. Baksana, nevbet nevbet…
Zâten a’sâbıma hâkim değilim, merhamet et.
— Bakayım şimdi, senin neydi o müşkil derdin,
Ki sabahtan beridir söylemedin, söylemedin?
— Âsım’ın hâli fenâ: Pek mütehevvir, ama, pek!
Ne nasîhatten alır şey, ne azar dinleyecek.
— Atak oğlandır esâsen… Demek azdırdı işi…
— Bilmem azdırdı mı, lâkin hoşa gitmez gidişi.
— Ramazan Vak’ası varmış, o nedir?
— Anlatayım…
O zamandan beri zâten ne suyum var, ne sayım!
— Ne demek?
— Çıkmıyorum, sanki, berâber dışarı.
Bu, zıpır; âlemin evlâdını dersen, haşarı;
Görecek hayli mürüvvet daha var! Ben yapamam…
— Ramazan Vak’ası, yâhu! Şunu anlat, be adam!
— Üsküdar’dan geliyorduk, ikimiz: Âsım, ben.
Sâ’at on bir sularındaydı… Vapur beklerken,
Yolcular Bafra’yı tellendirivermez mi sana?
Kaçıver, belli ki çıngar çıkacak, durmasana!
Hayır oğlum, nasıl olduysa, apıştım kaldım.
Çocuğun tavrı değişmişti. Dedim: «Bak, Âsım,
Dalaşırsan bu heriflerle üzersin babanı.»
İçlerinden biri, hem şüphesiz, en kaltabanı,
Üç nefes püfleyerek burnuma: «Sen söyle, Hoca!
Niye bağlanmalı hayvan gibi hâlâ oruca? »
Deyivermez mi, tabî’î senin oğlan tokadı,
Herifin yırtılacak ağzına kalkıp yamadı.
Gâlibâ pek canı yokmuş ki yuvarlandı leşi…
Asıl itler gerideymiş, koşarak dördü, beşi,
Ansızın serdiler evlâdımı karşımda yere.
Ben şaşırmış, «aman oğlum! » demişim bir kere.
Hele yâ Rabbi şükür, toplanıp oğlan birden,
Kömür almış deve kalkar gibi doğruldu hemen.
O nasıl cehd idi kurtulmak için anlamalı:
Silkinip attı belinden asılan dört çuvalı!
Dedim: Artık sizi haklar bu zıpır şimdi, durun,
Ne ağız kaldı yiğitlerde, hakîkat, ne burun;
Kime indiyse, nüzûl inmişe benzetti onu!
Bu sevimsiz şakanın hayli firaklıydı sonu:
Hani, salhâne civârında durup seyre bakan,
Karabaşlar görülür: Yüzleri kan, gözleri kan;
Bu çomarlar da o vaz’iyyete gelmişlerdi.
Hepsinin hakkını Allâh için oğlan verdi!
Hele bir tânesinin beyni dağılmıştı, eğer,
İşi sulh etmemiş olsaydı gelen dört asker.
— Anlasaydık, şu neden sonrakinin fazla payı?
— Ya tabancayla hücûm etti uzaktan bu dayı.
Bereket versin o askerlere da’vâ bitti;
Sedyeler geldi, polislerle herifler gitti.
— Sizi haksız çıkaran yoktu ya?
— Olsun mu? Tuhaf!
Afedersin, Hocazâdem, ne kadar saçma bu lâf!
Haklı, haksız diye taksîmi kim etmiş ki kabûl?
Bu cihan, baksana, baştanbaşa: Âkil, me’kûl.
Kuvvetin sırtını kimmiş, göreyim, okşamayan?
Ne zaman altta kalırsan, o zaman derdine yan!
«Beşerin adli masal, hak zıpırındır yalınız;
Dövülen mahkemelerden kovulur, çünkü: Cılız! »
Bizim oğlan bunu virdetmiş, okur her yerde…
— Doğru söz, sonra, tabî’î, efelik var serde!
— Efelik, çok güzel amma, sonu çıkmaz bu yolun;
Etme, oğlum, şuna bir parça nasîhatte bulun.
Çünkü ben korkuyorum, söylemiş olsam tekrar,
Yüzgöz olduk, edecek mes’ele isyanda karar.
— Ne demek! Hiç sana isyan mı edermiş Âsım?
— Bence her mümkünü vaktiyle düşünmek lâzım.
— Hocam, evlâdına benzer bulamazsın arasan,
Görmedim ben bu kadar dörtbaşı ma’mûr insan.
Ne büyük hilkat o Âsım, ne muazzam heykel!
Onu, bir şi’r-i hamâset gibi, ilhâm-ı ezel,
Sana sunduysa, açıp rûhunu teşrîhe çalış…
Gâlibâ oğlanı yanlış görüyorsun, yanlış!
Yalınız göğsünün eb’âdı mı sandın yüksek?
İn de a’mâkına bir bak, ne derinmiş o yürek!
Dalgalandıkça içinden taşan îman denizi,
Dökülen hisleri gör: İncilerin en temizi.
Gövde yalçın kayadan âbide, lâkayd-i ecel;
Sanki hiç duygusu yok… Bir de fakat rûhuna gel;
O ne ifrât ile rikkat! Hani, etsen ta’mîk,
Bir kadın rûhu değildir o kadar belki rakîk.
Sonra, irfânı için söyleyecek söz bulamam;
Oğlanın bildiği, öğrendiği her şey sağlam.
Boynu dehşetli, evet, beyni de lâkin zinde;
Kafa enseyle beraber gidiyor seyrinde.
Çölde ben hayli görüştüm bu sefer Âsım’la;
Hoca, te’mîn ederek söylerim îmânımla:
İğtinâm etmeye baktım çocuğun sohbetini;
Pek yakından tanıdım çünkü husûsiyyetini.
Ne güreştirmediğim kaldı, ne koşturmadığım;
Ne de «her şeyde sıfırsın! » diye coşturmadığım.
Çölün, âsûde muhîtinde geçen günlerimiz,
Bana gösterdi tamâmiyle ki: Oğlun eşsiz.
Bî-tenâhî safahâtıyle herif ayrı cihan;
Bî-tenâhî safahâtında da, lâkin, insan.
Hiç unutmam, büyücek bir zafer olmuş da nasib,
Asker etmişti güreşlerle yarışlar tertib.
«Hadi Âsım! » dedik, «olmaz» dedi, biz dinlemedik;
Bularak bir de kalın, pırpıta benzer dizlik,
Yaralıymış demedik, üç kişi tuttuk soyduk;
Çıktı meydanda gezen hasmına bîçâre çocuk.
Neydi oğlandaki endâmın o âhengi fakat!
Belli her uzvu için ayrı çalışmış hilkat.
Ya kemikler ne salâbetli, ya etler ne katı:
Tepeden tırnağa, gûyâ, dolamışlar halatı,
İki üç katlı büküp bir çınarın gövdesine.
Hele taşmış dökülürken o muazzam sîne,
Öyle bâriz adelâtın ebedî dalgaları,
Ki yorar ârızalar seyrine dalmış nazarı.
Çok geniş dersen omuzlar, boy o nisbette uzun,
O ne mevzun kafadır, sonra, ne sağlam o boyun!
Ufarak bir kapı sırtın kabaran eb’âdı,
Çarpışıp durmada nâçâr iki müdhiş kanadı.
Enseden tâ bele sarkan o derin hat, o yarık,
Arzı umkunda nihan tûl-i mücerred artık!
Bel nisâbında, omuzlar gibi taşkın çatılar,
Adalî baldırının kutru hemen boynu kadar.
İki çam bölmesi kol, kim tutacak, kim bükecek?
O bileklerle o ellerse demirden daha pek.
Yaralar başkaca endâmına heybet veriyor,
Bir şehâmetli temâşâ ki vücud ürperiyor.
Vakıâ hasmı da gürbüz delikanlıydı ama,
Âsım’ın savleti kuvvet mi sorar hiç adama?
Silkiyor dut gibi bîçâreyi sağdan, soldan.
Ne o? Çapraz mı? Hemen gir ki senindir meydan.
Ay! Herif sıyrılıyor, hem ne kolaylıkla, bakın!
Aman Âsım, bu güreş olmasın uydurma sakın?
Hele anlat şu işin neyse hakîkî rengi?
«Yenemezmiş onu: Bir kerre değilmiş dengi,
Bir de bîçâre adam pek müte’azzım şeymiş,
Kahrolurmuş kederinden tutarak yenseymiş.
Sonra, lâyık mı imiş yerlere sermek şimdi,
Böyle düşmanla bütün gün dövüşen bir yiğidi? »
* * *
— Anladık, hepsi de a’lâ, diyecek yok… Lâkin,
Şu benim derdime bir çâre bulaydık ilkin.
Ramazan Vak’ası her gün, Hocazâdem, her gün,
Hele günler bereketliyse hemen üç beş öğün!
Âdetâ çılgına dönmüş… Bu cünûnun da başı:
Yanarak gömdüğü binlerce şehîd arkadaşı.
Sanırım son yarasından da biraz huylanıyor…
Sonra, ahvâle tahammül mü dedin, gâyet zor.
Ne dolaplar dönüyor, beynini sarsar duysan!
Bence beyhûdedir, oğlum, bu nehirler gibi kan.
O, demin «harb-i umûmî» dediğin maskaralık,
Karagöz’den de beter, kıymeti yok beş paralık.
Perde sıyrıldı, işin kalmadı hiçbir hüneri,
Her bakan sezdi karanlıkta sinen çehreleri.
Yutulur herze mi pîr aşkına mahrûmiyyet?
Çekti yıllarca, fakat, çekmiyor artık millet.
Hele sen gel de «hamiyyet! » diye aptal kandır;
Canı yanmış dedenin son sözü «illâllah! »tır.
Ben sefâletten ölürken seni sıkmazsa refah,
Hak erenler buna ummam ki desin: Eyvallah!
Şöyle bir bak: Ne harâb ortalığın manzarası…
Ama hiç deşme sakın, çünkü yürekler yarası.
Hani, insan sesi çağlardı şu vâdîlerde…
Sor ki âfâka, o âlemler, o demler nerde?
Yemyeşil yurda çöken kapkara toprak rengi;
Dindi binlerce hayâtın ezelî âhengi.
Yok civârımda bugün aç yatanın pâyânı;
Her perîşan yuva bir âile kabristânı!
Beni öldürmede, oğlum, bu harâb ıssızlık:
Hangi vîrâneyi eşsen kopuyor bin çığlık!
Hasta binlerle, bakan yok; diriler çırçıplak;
Ölüler kaskatı olmuş, hani kim kaldıracak?
Bir taraftan bu fecâyi’ kemirirken yurdu,
Bir taraftan da elin bir sürü doymaz kurdu,
Dişliyor na’şını sırtlan gibi bîçârelerin;
Yolu ummam ki bu olsun koşulan son zaferin!
Girdiniz harbe heriflerle «zarûrî! » diyerek;
Bu rezâlet de zarûrî mi, kuzum, bir bilsek?
— Ama sen pek uzun ettin Hocam, artık sadede!
Bahsimiz nerde, senin söylediğin şey nerede?
— İşte, oğlum, çocuğun rûhunu sarsan esbâb;
Muttasıl kıvranıyor, kalbi yıkık, beyni harâb.
Hangi bîçârenin âlâmını etsin ta’dîl;
Kimin imdâdına koşsun? O kadar çok ki sefîl! ..
Hangi mâtemli evin derdine çıksın ortak?
Bir yığın kül kesilen, baksana, binlerle ocak!
Hangi yardım dilenen aczi tutup kaldırsın?
Hangi mel’un çetenin boynunu ilkin kırsın?
Bizim ev mahkeme; hâkim, bereket versin, acar;
Geceden hükmü verir, gündüzün icrâya koşar!
— Neme lâzım, herifin pek amelî şey bileği!
— Ama hiç sorma bizim çektiğimiz gâileyi:
Akşam olmaz mı, kızın benzi uçuktur mutlak…
Ağbeyim gelmedi hâlâ… diye korkak korkak,
Dikilir karşıma… Lâhavle derim, sabrederim;
Beni kim tesliye etsin ki ben ondan beterim!
Çullanır beynime yüzlerce mehîb endîşe;
Bütün a’sâbımı sarsar, bakamam, hiçbir işe.
Sâ’at artık bilemem altı mı, yâhud yedi mi;
Heyecan, geldi mi oğlan; helecan, gelmedi mi.
Çileden çıkmışım akşam, dedim:
«Âsım, bana bak!
Yol yakınken geri dön, nâfile çıkmaz bu sokak.
Koşuyorsun, be çocuk, çarpacak alnın duvara;
Dağılır sonra kafan, etme, çekil bir kenara.
Ne demir leblebi meslek bu, Ebû Zer-vâri?
Ömer’in zâbıta me’mûru geleydin bâri!
Sen o meyhâneyi basmakla mükellef miydin?
Ya kumarbazları ma’nâsı nedir tehdîdin?
Toplanıp cünbüş ederken elin evlâdı, gece,
Hangi bir hakla gidip hepsini dövdün delice?
Na’ra atmış diye sarhoşları, tut sen, kovala…
Bâri git bekçi yazıl, aylık alırsın budala!
Niye cebren ayırırsın kocasından kadını?
Komşular, baksana, «kel kâhya» komuşlar adını!
Balık almış, ne olur? Sonra yedirmiş, ne çıkar?
Sanki hiç beslememiş kendisi vaktiyle zağar.
Sana bir şey dememiş, kısmış oturmuş dilini;
Niçin, oğlum, seriyorsun herifin pestilini? …»
Söyleyen ben değilim şimdi, bizim Âsım Bey:
«Harekâtım sizi bîzâr ediyormuş… Çok şey!
Babacığım, öyle değil, dinlemeyin rast geleni;
Dinleyin suçlu muyum, haklı mıyım, bir de beni.
Herkes aç bekleşiyor kaldırımın sırtında…
Siz gidin, perdelerin hepsini kaldırtın da,
Alenî işret edin âleme göstermek için!
Be adamlar! Azıcık saygı sayın: Gizli için.
Meze tûfânına dalmış, kulaç atmaktasınız;
Yutkunan halka bakın, pencerelerden, sayısız.
Paranız yok ya, şu ben var diyeyim, bol keseden;
Hakkınız nerde sefîh olmaya, dünyâ açken?
Hadi yâhû, yetişir… Çok bile içtikleriniz;
Durmak olmaz, dağılın, belki uzaktır yeriniz…
Hani aldırmasalar bâri, «defol git! » dediler…
Dedim: «Artık kime âidse defolmak, o gider.»
Kollarından tutarak hepsini attım bir bir;
Söyleyin varsa kabâhat, acabâ bende midir?
Gelelim şimdi kumarbazları tehdîde. Evet,
Bütün evlerde ışıksız bunalırken millet,
O kulüpten sırıtan şenliğe insan duramaz:
Yanıyormuş, dediler, haftada bir sandık gaz!
Ben bu isrâfı tabî’î çekemezdim artık;
Taşıdım söylenilen petrolü sandık sandık.
Bir ufak ölçü, dedim… Buldu nihâyet bakkal;
Aldı herkes gazı, gülyağ gibi, miskal miskal!
Ne donanmıştı sokak, doğrusu şehrâyindi!
Sormayın parçalanan zulmeti: Üç gün sindi!
Babacığım, işte kumarbazlara zulmüm bu kadar,
Bir de öksüzler için bin lira aldım zor zar.
Gelelim cünbüşe insâf ediniz vakti midir?
Yâhud insan gibi eğlense herifler ne denir?
Muhtekir kàfilesiymiş, ne edeb var, ne hayâ.
Aç, sefîl inleyerek can veredursun dünyâ,
Yine siz dinlemeyin, anlamayın mâtemini,
Sürün artık serilen yurdunuzun son demini!
Sağda yüzlerce ölen, solda hesapsız sürünen,
Karşıdan bunlara gülmek ne demektir alenen?
Durmayın, derdime ortak görünün kalkın da,
Demiş olsam, bilirim, vüs’unüzün fevkinde.
Ağlamak çok kişinin zevki değilmiş, lâkin,
Gülmemek herkes için, zannederim, pek mümkin.
Komşulardan sıkılın, pesten atın na’raları;
Büsbütün sustururum sonra, çıkarsam yukarı!
Son sözümdür size… Beyhûde fakat, nerde duyan?
Taştı kusmuk gibi her pencereden bin hezeyan.
Pek tabî’î ki durulmazdı…»
— Dur oğlum, yetişir!
— Lûtfedin, bitmedi…
— Bir dinle de, olmazsa, bitir.
Bana anlat bakayım şimdi: Şu bîçâre ocak,
Zorbalar saltanatından ne zaman kurtulacak?
Hiç bu mantıkla, a dîvâne, hükûmet mi yürür?
Bir cemâ’at ki erenler işi yumrukla görür,
Kafa bitmiş demek artık, çekiver kuyruğunu!
Kuvvetin hakkı mıdır enselemek bulduğunu?
Bize, Âsım, ne şunun yumruğu lâzım, ne bunun;
Birinin pençesi ister yalınız: Kànûnun.
Ver bütün kudreti kànûna ki vahdet yürüsün…
Yoksa millet değil ancak dağınık bir sürüsün…
Memleket zâten ayol baksana: Allak bullak,
Sen de hissinle yürürsen batırırsın mutlak.
Ya kuzum, zabtiye rûhuyle hükûmet sürenin,
Yeri altındadır, üstünde değildir kürenin!
— Babacığım, öyle değil…
— Dinlemem artık, hadi git!
* * *
Hocazâdem, sen asıl derdi bizim kızdan işit:
Senin aptal daha bir hayli de çılgın bularak,
Bâbıâlî’yi…
— Aman?
— Basmayı kurmuş…
— Hele bak!
Acabâ kim ki ayartan? .. Ama zannetmem pek…
— Deme, oğlum, bana tekmîlini anlattı Melek.
Kız biraz azmine engel herifin, yoksa fenâ…
Hem basar, hem de asar, çok deli şey, âmennâ!
— Söyle, pek kanlı oyundur, yanılıp oynamasın.
— Beni hiç saydığı yok nâfile… Bir sen varsın,
Bir de hemşîresi var zabtedecek şimdi onu.
Aman oğlum, bana terk etmeyiniz mecnûnu.
— Yok canım, vazgeçer elbette, bu gerçek mi deli?
— Bilemem, korkuyorum kız beni îkàz edeli.
İş o evvelki vekàyi’ gibi olsaydı, evet,
Belki bir parça tesellîye bulurdum cür’et.
Lâkin, oğlum, görüyorsun: Kurulan perde yaman;
Hani, baştan başa kan, dış yüzü kan, iç yüzü kan!
Bir damar patlamasın, sel götürür memleketi;
Yoksa göstermeye Rabbim o elîm âkıbeti.
— Yine ifrâta kapıldın sanırım…
— Hiç de değil,
Sen şu vaz’iyyete bir baksana: Cidden müşkil.
— Hadi müşkil diyelim, çâresi hiç yok mu ki?
— Var.
— Nedir öyleyse telâşın, heyecânın bu kadar?
— Heyecan yok, yalınız, mes’elenin ihmâli,
Bence pek doğru değildir. Evet, insan hâli,
Ya nihâyet kızı saymaz da bu ma’tûh oğlan,
Yeniden kàmete kalkarsa, ne olmaz o zaman?
Kopacak fitneyi, oğlum, hele bir kerre düşün;
Sanırım ayn-ı hatâdır beni müfrit görüşün.
Hayır, ifrâtıma hükmetmene râzı değilim;
Ben de oldukça metînim, hele pek mu’tedilim.
Ne yakın der, ne uzak der, ne soğuk der, ne sıcak,
Bu çocuk harbe gider, kaç senedir, zıplayarak.
Ne zaman «gitme! » dedim? «Koş! » diyerek gönderdim;
Gönderirken de «gider, bir daha gelmez» derdim;
Unutulmuş gibi artık bırakırdım peşini,
Avuturdum, oturur, evde kalan kardeşini.
Hânümanlar çöküyor, zelzele yalnız bana mı?
Ortalık can çekişirken açamam ben yaramı.
Anlamam oğlum için çekmeyi zâten helecan;
Elin evlâdı nedir? Hepsi civan, hepsi de can.
«Parçalanmış senin Âsım» dediler bi’d-defeât,
Babayım, elbet içim parçalanırken, heyhât,
Her zaman sîneye çektim, biliyorsun ya?
— Evet.
— Çünkü gâyetle tabî’îdir o müşkil gayret:
Kaplamış yurdumun âfâkını, mâdem, şühedâ…
Varsın olsun kalanın uğruna Âsım da fedâ.
«Hem gazâ, hem de şehâdet, ne sa’âdet bu! » derim;
Ciğerim yansa da söndürmek için cehd ederim.
Ama «kàtil» deseler oğlumu, yâhud «maktûl»,
O zaman işte benim âkıbetim pek meçhûl.
Var mı bir çâre ki dünyâda, gidip baş vurayım?
Hangi hüsrânımı «sen dur! » diyerek susturayım?
Kendi vicdânım olur önce gelir da’vâcı…
Görüyorsun ya: Tecellüdle savulmaz bir acı!
Babanın cânı için merhamet et, evlâdım,
Pek harâbım, bana bir parçacık olsun yardım.
Yalınız sensin elimden tutacak, yaş yetmiş…
Ah o vaktiyle ölenler ne de tâli’li imiş!
Rabbimin cilvesi bunlar ya, fakat hayrânım…
Geberip gitmediğim, başka nedir isyânım?
Aman oğlum, «hadi tahsîlini ikmâl ediver»
De de, mecnûnu zaman geçmeden evvel gönder.
Çünkü…
— Dur dur! .. Ne haber? Yoksa misâfir mi, Emin?
— Âsım ağbeymi getirdim…
— İyi ettin, gelsin.
— Bize gitmek düşüyor şimdi.
— Selâmetle, Hocam…
Hiç merâk etme… Bu akşam kalabilsen?
— Kalamam.
* * *
— Seni çoktan beridir, gördüğümüz yok, Âsım,
Nerdesin? Yerde misin? Gökte misin? Gel, bakalım!
Yalınızsın?
— Yalınız geldim, efendim, bu sefer.
— Getireydin, a canım, şunları…
— Bilseydim eğer…
— Âferin, doğrusu, cevherli çocuklar, belli!
İftihâr etmeli gördükçe bu gürbüz nesli.
— Ben de şükrânımı arz etmeliyim şimdi size,
Böyle en sevgili yârânımı takdîrinize.
Amca Bey, gördünüz, Allâh için insan şeyler…
Ama bir türlü ısınmaz, ne sebeptense, peder.
— Aklı ermez, babanın, sen nene lâzım, bana bak!
— Yeni yazdıklarınız nerde, efendim, okusak?
Aradım kimsede yok.
— Varsa da üç dört eserim,
Zât-ı sâmînizi hoşnûd edemez zannederim:
Demevî zevkiniz elbet demevî şi’r ister!
— Asabî olsa da râzîyız, efendim, bizler…
Bir mizâc istemiyorsak o da: Lenfâîlik;
Çünkü milletler için, doğrusu, gâyet mühlik.
— Edebiyyâtımız Allâh’a emânet desene!
Babanın oğlusun, Âsım, ne kadar olsa yine.
— Pek tarafdârı değildir pederim…
— Sorma, fenâ!
Üdebâ nâmına kim varsa, bilâ-istisnâ,
Hepsinin rûhunu şâd etti bugün…
— Etmeyiniz!
— Dedim: Artık bu kadar sövmeye lâyık değiliz.
Sen de kimsin? deyivermez mi, ne oldum, bilsen?
Bense şâir geçinirdim, hele bir bak şuna sen!
Komşunun hâline gülmek ne fenâ şey!
— Elbet!
Yok ki dünyâda cezâsız kalacak bir hareket.
— Evet, oğlum, yalınız ibret alanlar nerde?
Edebî sohbet olurmuş büyücek bir yerde.
Neden âsârımızın hepsi çelimsiz? derler;
Bu zemîn üstüne herkes iki üç söz söyler.
Bulunur, neyse, nihâyet balığın belkemiği:
Şark’ın üç bin senedir, gün sayarak beklediği,
O muazzam, o yaman şâir-i dâhîyi zaman,
Çıkarıp vermemiş âgûşuna yurdun el’an.
Rûh-i millîmizi tatmîn edemezmiş bir edîb,
Gelmeden sahne-i eyyâma o dâhî-i mehîb.
Geceler hâmile, mâdem, çocuk er geç doğacak.
Ama sen şimdi işin girdiği son safhaya bak:
Hangi saz şâiri, bilmem, bunu almış da haber;
«Neciyim ben? » diye, günlerce tepinmiş ter ter!
Sonra durmuşsa da, hâlâ, dediler, gayzı yaman;
Dut yemiş bülbüle dönmüş, giderek, kahrından.
Buna gülmüştüm, evet, gülmeyecektim oğlum,
Çarçabuk adl-i İlâhî dedi: «Dur şimdi kulum,
Sen ki, vah vah diyecek yerde, gülersin kah kah;
İşte fi’l, işte cezâ, çek bakalım! » Eyvallah.
Babanın yok mu davuldan beter îkàzı, hani,
Tıpkı rü’yâdan ayılmışlara benzetti beni!
— Yok efendim, bu kadar şiddeti etmem ya ümîd,
Ma’amâfih pederin hakkı değildir tenkîd.
— Şimdi Âsım, edebiyyâtı bırak, bir tarafa;
Daha ciddî işimiz var, geçelim başka lâfa.
Gâlibâ söylediğim yoktu? Evet, hiç yoktu:
Mısr’ın en muhteşem üstâdı Muhammed Abdu,
Konuşurken neye dâirse Cemâleddin’le;
Der ki tilmîzine Afganlı:
«Muhammed, dinle!
İnkılâb istiyorum, başka değil, hem çabucak.
Öne bizler düşüp İslâm’ı da kaldırmazsak,
Nazariyyât ile bir şeyler olur zannetme…
O berâhîni de artık yetişir dinletme!
Çünkü muhtâc-ı tezâhür değil isti’dâdın…»
— «Şüphe yok, hakk-ı semûhîleri var Üstâd’ın…
Gidelim bir yere, hattâ şu bizim Sûdân’a;
Yeni bir medrese te’sîs edelim urbâna.
Daha üç beş de fazîletli mücâhid bulalım.
Nesli tehzîb ile, i’lâ ile meşgûl olalım.
Çıkarıp gönderelim, hâsılı, Şeyh’im, yer yer,
Oradan âlem-i İslâm’a Cemâleddin’ler.»
— «Bu, fakat, yirmi yıl ister ki kolay görmüyorum…
Yirmi günlük işe bak sen! »
— «Kulunuz ma’zûrum.»
Kıssadan hisse çıkarsak mı, ne dersin Âsım!
Anlıyorsun ya, zarar yok, daha iy’anlaşalım:
İnkılâb istiyorum ben de, fakat, Abdu gibi…
Yoksa, ellerde kör âlet efeler tertîbi,
Bâbıâlî’leri basmak, adam asmakla değil.
Çek bu işten bütün ihvânını, kendin de çekil.
Gezmeyin ortada, oğlum, sokulun bir sapaya,
Varsa imkânı, yarın avdet edin Avrupa’ya.
— Amca Bey!
— Nâfile Âsım, seni hiç dinlemeyiz…
Çünkü sen bir kişisin, biz bakalım öyle miyiz?
Ben… baban… sonra Melek… Tutturamazsın ne desen…
Hadi tahsîlini ikmâle tez elden, hadi sen!
Çünkü milletlerin ikbâli için, evlâdım,
Ma’rifet, bir de fazîlet… İki kudret lâzım.
Ma’rifet, ilkin, ahâlîye sa’âdet verecek
Bütün esbâbı taşır; sonra fazîlet gelerek,
O birikmiş duran esbâbı alır, memleketin
Hayr-ı i’lâsına tahsîs ile sarf etmek için.
Ma’rifet kudreti olmazsa bir ümmette eğer,
Tek fazîletle teâlî edemez, za’fa düşer.
İbtidâîliğe mahsûs olan âvâre sükûn,
Çöker a’sâbına. Artık o da bundan memnûn!
Ma’rifet, farz edelim, var da, fazîlet mefkùd…
Bir felâket ki cemâ’atler için, nâ-mahdûd.
Beşerin rûhunu tesmîm edecek karha budur;
Ne musîbettir o: Tâunlara rahmet okutur!
Bizler edvâr-ı fazîletleri cidden parlak,
Bir büyük milletin evlâdıyız, oğlum, ancak,
O fazîlet son üç asrın yürüyen ilmiyle,
Birleşip gitmedi; battıkça da ümmet cehle,
Bünyevî kudreti günden güne meflûc olarak,
Bir düşüş düştü ki: Davransa da, sarsak sarsak.
Garb’ın emriyle yatıp kalkmaya artık mahkûm;
Çünkü hâkim yaşatan şevket-i fenden mahrûm.
Biz, evet, hasmımızın kudret-i irfânından,
Bî-nasîbiz de o yüzden bu şerefsiz hüsran.
Sonra, a’sâra süren haybeti çekmekle, bugün,
O fazîlet bile hissiz, hareketsiz, ölgün.
Şimdi, Âsım, bana müfrit de, ne istersen de,
Ma’rifetten de cüdâ Şark o fazîletten de.
Lâkin ister misin, oğlum, mütesellî olmak:
İctimâî bütün âmillere, kudretlere bak.
Bunların herbirinin kuvveti, mâzîye inen,
Kökü mikdârı olur; çünkü bu âmillerden,
En derin köklüsü en sağlamı, en hâkimidir.
Şimdi, sen bizdeki kudretleri eşsen bir bir,
Göreceksin ki: Bu millette fazîlet en uzun,
En derin köklere yaslanmada; hem sonra onun,
Bir mübârek suyu var, hiç kurumaz: Dîn-i mübîn.
Hâdisât etmesin oğlum, seni aslâ bedbîn…
İki üç balta ayırmaz bizi mâzîmizden.
Ağacın kökleri mâdem ki derindir cidden,
Dalı kopmuş, ne olur? Gövdesi gitmiş, ne zarar?
O, bakarsın, yine üstündeki edvârı yarar,
Yükselir, fışkırıp, âfâk-ı perîşânımıza;
Yine bin vâha serer kavrulan îmânımıza.
Vâkıâ ortada yüzlerce mesâvî yüzüyor;
Sen bu kâbûsu bütün şerre değil, hayra da yor.
Çünkü yoktur birinin kalb-i cemâ’atte yeri;
Arasan: Hepsi beş on maskara ferdin hüneri!
Bu cihetten, hani, hiç yılmasın, oğlum, gözünüz;
Sâde Garb’ın, yalınız ilmine dönsün yüzünüz.
O çocuklarla beraber, gece gündüz, didinin;
Giden üç yüz senelik ilmi sık elden edinin.
Fen diyârında sızan nâ-mütenâhî pınarı,
Hem için, hem getirin yurda o nâfi’ suları.
Aynı menba’ları ihyâ için artık burada,
Kafanız işlesin, oğlum, kanal olsun arada.
Sen geçenlerde demiştin ki:
«Yazık hâlâ biz,
Dünkü ilmin bile bîgânesiyiz, câhiliyiz.
İşte fıkdânı bu ihmâl edilen ma’rifetin,
Nesli bir acze düşürmüş ki, bugün, memleketin,
Bir yığın kuvveti var, hem ne tabî’î de, henüz,
Biz o kuvvetlere eller gibi hâkim değiliz!
Yarının ilmi nedir, halbuki? Gâyet müdhiş:
«Maddenin kudret-i zerriyyesi» uğraştığı iş.
O yaman kudrete hâkim olabilsem diyerek,
Sarf edip durmada birçok kafa binlerce emek.
Onu bir buldu mu, artık bu zemin: Başka zemin.
Çünkü bir damla kömürden edecekler te’min,
Öyle milyonla değil; nâ-mütenâhî kudret! …»
İbret al kendi sözünden, aman oğlum, gayret!
Bir yılın var daha zannımca?
— Evet.
— Bak, ne kolay!
Lâkin ihvân-ı kirâmın?
— Çoğunun altışar ay.
— Hep giderler ya, beraberce?
— Giderler, ma’lûm.
— Hepsinin mesleği sağlam mı?
— Evet, müsbet ulûm.
— İnkılâbın yolu mâdem ki bu yoldur yalınız,
«Nerdesin hey gidi Berlin? » diyerek yollanınız.
Altı ay, bir sene gayret size eğlence demek…
Siz ki yıllarca neler çekmediniz, hem gülerek!
Hani, bir ömre bedeldir şu geçen her gününüz;
Bir gün evvel gidiniz, bir saat evvel dönünüz.
Şark’ın âgûşu açıktır o zaman işte size;
O zaman varmanın imkânı olur gâyenize;
O zaman dinlerim artık seni, Âsım, bol bol…
— Yarın akşam gideriz.
Öyle mi? Berhurdâr ol.
Dirvâs
Derler ki: Ümeyye’den Hişâm’ın
Devrinde, yakınlarında Şâm’ın,
Üç yıl ekin olmamış kuraktan.
Can kaydına düşmüş artık urban.
Her hayme mezâr olup kapanmış:
Altında beş on kadîd uzanmış.
Bakmış ki meşâyih-i kabâil:
Sıyrılmayacak bu derd-i hâil;
Bir karyede toplanıp, demişler:
Durdukça helâkimiz mukarrer.
Mâdem ki şüyûhuyuz bu halkın,
Kalkın gidelim Hişâm’a, kalkın.
Bir duysa Halîfe’miz bu hâli;
Var merhamet etmek ihtimâli.
Hiç ak sakalıyla bir alay pîr,
Eyler de Emîr’e hâli tasvîr,
Görmez mi o, halkı rahme şâyan?
Sultansa da taş değil ya: İnsan!
Teklîfi kabûl eder bütün nâs;
Derler, yalınız: «Bulunsa Dirvâs.
Sinnen daha pek çocuktur amma
Olmaz o kadar talâkat aslâ.»
Vaktâ ki girer şüyûh Şâm’a,
Derhâl haber gider Hişâm’a:
Derler ki, beş on kabîle geldi.
Der: Gelsinler sarâya şimdi.
Birlikte çocuk dalar huzûra,
Evvelce duâ eder de sonra,
Hiç pervâsız girer kelâma…
Lâkin bu tuhaf gelir Hişâm’a;
Der: Sus a çocuk, büyük dururken,
Söz sâdır olur mu hiç küçükten?
Dirvâs o zaman kelâmı tekrâr
Teshîr ile der: «Nedir bu âzâr!
Mikyâsı mıdır zekâvetin sin?
Dirvâs’ı çocuk mu zannedersin?
Bir dinle de sonra gör çocuk mu?
İnsâf nedir o sizde yok mu?
Ben söyleyeyim de bir efendim,
Susturmak elindedir efendim.»
Dirvâs bakar Melik’te ses yok;
Mecliste değil ki ses, nefes yok;
Mu’tâdı olan talâkatıyle
Başlar söze eski şiddetiyle:
«Üç yıl mütemâdiyen kuraklar,
Emsâli görülmemiş sıcaklar,
Sâmânımızı kuruttu gitti;
Mezrûâtın umûmu bitti.
Binlerce çadır kapandı kaldı,
Çöl, mahşer-i mevt şekli aldı!
Şehrîleri besleyen kabâil,
Köy köy geziyor zelîl ü sâil!
Hâtemlere cûd eden o urban,
Nan-pâreye can verir bugün can!
Çıplakları giydiren de üryan,
Gömleksizdir zükûr ü nisvan!
Açlık ecelin zahîri oldu:
Baştan başa çöl cesedle doldu.
Her kûşede bin acıklı feryâd…
Yok bir yerden sadâ-yı imdâd.
Şubbân bütün ihtiyâra döndü!
Pîrân görsen, mezâra döndü!
Yok vâlidelerde süt ki: Tutsun,
Evlâdını emzirip uyutsun.
Zannım, bize münfail ki Mevlâ:
Bir bâdiye halkı yandı, hâlâ,
Bir damla su inmiyor semâdan,
Şebnem bile düşmüyor duâdan!
Binlerce duâya bir icâbet
Göstermedi bârgâh-ı rahmet.
Artık sana ilticâya geldik.
Reddetmez isen ricâya geldik:
Görmekteyiz ey Emîr-i âdil,
-İnkârı bunun değil ya kàbil-
Yok sendeki ihtişâma pâyân;
Bizlerse alay alay sefîlân!
Bir yanda demek ki fazla var çok;
Hayfâ ki öbür tarafta hiç yok.
Öyleyse biraz tevâzün ister.
Evvel beni dinle, sonra hak ver:
Nerden buldun bu ihtişâmı?
Halkın mı, senin mi, Hâlik’ın mı?
Allâh’ın ise eğer bu servet,
Bizler de onun kuluyken, elbet
Bir pay talebinde hakkımız var…
İnsâf olamaz bu hakkı inkâr.
Halkınsa şu bî-nihâyet emvâl;
Ver, etme hukûk-i gayrı pâmâl.
Yok; böyle de olmayıp da kendi
Mâlin ise -çünkü fazla- şimdi
Bî-vâyelere tasadduk eyle…
Dördüncüsü varsa haydi söyle! »
Mebhût ederek bu söz Hişâm’ı,
Huzzâra demiş: «Görün kelâmı!
Yok bende cevâb-ı redde kudret…
Hayret, bu civan-dehâya hayret!
Îcâb ediyor ki şimdi insâf:
Mes’ûlü hemen olunsun is’âf.»
Gül, Bülbül
Zemzeme addettiğin hutbesi, faslu’l-hitâb
.Reng-i hakîkat nedir, fark eden ebsâr için,
Goncada matvî duran her varak ümmü’l-kitâb.
Kocakarı İle Ömer
Üstâd-ı necîbim Ali Ekrem Bey’e
Yok ya Abbâs’ı bilmeyen, kimdi? …
O sahâbîyi dinleyin şimdi:
«Bir karanlık geceydi pek de ayaz…»
İbni Hattâb’ı görmek üzre biraz,
Çıktım evden ki yollar ıpıssız.
Yolcu bir benmişim meğer yalnız!
Aradan geçmemişti çok da zaman,
Az ilerden yavaşça oldu iyan,
Zulmetin sînesinde ukde gibi,
Ansızın bir müheykel a’râbî!
Bembeyaz bir ridâ içinde garîb,
Geliyor muttasıl mehîb mehîb.
Ben sokuldum, o geldi, yaklaştık;
Durmadan karşıdan selâmlaştık.
Düşünürken selâm alan sesini,
O heyûlâ uzandı tuttu beni:
Bir de baktım, Ömer değil mi imiş!
— Yâ Ömer! Böyle geç zaman, bu ne iş?
— Şu mahallâtı devre çıkmıştım.
Gel beraber, benimle, üç beş adım.
* * *
Ne sadâ var, ne bir yürür bîdâr;
Uhrevî bir sükûn içinde civâr.
Ömer olmuş gezer, sıyânet-i Hak…
Şu yatan beldenin huzûruna bak!
O semâlar kadar yücelmiş alın,
Çakarak sînesinden âfâkın,
Bir zaman sönmeyen nigâhıyle,
Necm-i sâhirde sanki bir hâle!
Duruyor her evin önünde Ömer,
Dinliyor, bî-haber içerdekiler.
Geçmedik en harâb bir yapıyı.
Yokladık sağlı sollu her kapıyı.
Geldik artık Medîne hâricine;
Bir çadır gördü, durdu kaldı yine.
* * *
Ocak başında oturmuş bir ihtiyarca kadın.
«Açız! Açız! » diye feryâd eden çocuklarının,
Karıştırıp duruyorken pişen nevâlesini;
Çıkardı yuttuğu yaşlarda çırpınan sesini:
— Durundu yavrularım, işte şimdicek pişecek…
Fakat ne hâl ise bir türlü pişmiyordu yemek!
Çocukların yeniden başlamıştı nâleleri…
Selâmı verdi Ömer, daldı âkıbet içeri.
Selâmı aldı kadın pek beşûş bir yüzle.
— Bu yavrular niçin, ey teyze, ağlıyor, söyle?
— Bugün ikinci gün, aç kaldılar…
— O halde, neden
Biraz yemek komuyorsun?
— Yemek mi? Çömleği sen,
Tirid mi zannediyorsun? İçinde sâde su var;
Çakıl taşıyla beraber bütün zaman kaynar!
Ne çâre! Belki susarlar, dedim. Ayıplamayın.
— Peki! Senin kocan, oğlun, ya kardeşin, ya dayın…
Tek erkeğin de mi yok?
— Hepsi öldü… Kimsem yok.
— Senin midir bu küçükler?
— Torunlarım.
— Ne de çok!
Adam Emîr’e gidip söylemez mi hâlini?
— Ah!
Emîr’e öyle mi? Kahretsin an-karîb Allah!
Yakında râyet-i ikbâli ser-nigûn olsun…
Ömer, belâsını dünyâda isterim bulsun!
— Ne yaptı, teyze, Ömer böyle inkisâr edecek?
— Ya ben yetîm avuturken, Emîr uyur mu gerek?
Raiyyetiz, ona bizler vedîatu’llâhız;
Gelip de bir aramak yok mu?
— Haklısın, yalnız,
Zavallının işi pek çok, zaman bulup gelemez;
Gidip de söylememişsen ne haldesin bilemez.
— Niçin hilâfeti vaktiyle eylemişti kabûl?
Sonunda böyle çürük özrü kim sayar makbûl?
Zavallının işi çokmuş! … Nedir, muhârebe mi?
İşitme sen de civârında inleyen elemi,
Medîne halkını üryan bırak, Mısır’da dolaş…
Gazâ! Gazâ! diye git soy cihânı, gel paylaş!
Çocukların bu sefer yükselince feryâdı,
Kadın tehevvürü artık cünûna vardırdı:
— Şu nevhalar ki çıkar tâ bulutların içine;
Ömer! Savâik-ı tel’în olur, iner tepene!
Yetîmin âhını yağmur duâsı zannetme!
O sayha ra’d-ı kazâdır ki gönderir ademe!
«Açız! Açız! Bize bir lokma olsun ekmek ver…»
«Susundu yavrularım, işte oldu, şimdi pişer! »
Gidip de söyleyeyim hâ? … Dilencilik yapamam!
Ömer de kim! Benim ondan kerîm adamdı babam.
Ölür de yüz suyu dökmem sizin halîfenize! …
Ömer vuruldu bu son sözle…
— Haklısın teyze!
Avut çocukları, ben şimdicek gider gelirim.
* * *
Halîfe önde, bitik, suçlu, münfa’il, nâdim;
Ben arkasında, perîşan, çadırdan ayrıldık.
Sabâha karşı biraz başlamıştı aydınlık.
Köyün köpekleri ejder misâli saldırıyor,
Bırakmıyor bizi yoldan, fakat kim aldırıyor!
Medîne’nin dalarak münhanî sokaklarına;
Dönüp dönüp hele geldik zahîre anbarına.
Halîfe girdi açıp, ben de girdim emriyle.
Arandı her yeri bir mum yakıp ale’l-acele.
— Şu tek çuval unu gördün ya! Haydi yükle bana;
Bu testi yağ doludur, elverir o yük de sana.
Çuval Halîfe’de, yağ bende, çıktık anbardan;
Kilitleyip geri döndük deminki yollardan.
Mesâfe, baktım, uzun; yük yaman; Ömer yaralı;
Dedim ki:
— Ben götüreydim… Verir misin çuvalı?
— Hayır, yorulsa değil, ölse yardım etme sakın:
Vebâli kendine âiddir İbni Hattâb’ın.
Kadın ne söyledi, Abbas, işitmedin mi demin?
Yarın, huzûr-i İlâhî’de, kimseler, Ömer’in
Şerîk-i haybeti olmaz, bugünlük olsa bile;
Evet, hilâfeti yüklenmeyeydi vaktiyle.
Kenâr-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu,
Gelir de adl-i İlâhî sorar Ömer’den onu!
Bir ihtiyar karı bî-kes kalır, Ömer mes’ûl!
Yetîmi girye-i hüsrân alır, Ömer mes’ûl!
Bir âşiyân-ı sefâlet bakılmayıp göçse:
Ömer kalır yine altında, hiç değil kimse!
Zemîne gadr ile bir damla kan dökünce biri:
O damla bir koca girdâb olur boğar Ömer’i!
Ömer duyulmada her kalbin inkisârından;
Ömer koğulmada her mâtemin civârından!
Ömer halîfe iken başka kim çıkar mes’ûl?
Ömer ne yapsın, İlâhî, beşer zalûm ü cehûl!
Ömer’den isteniyor beklenen Muhammed’den…
Ömer! Ömer! Nasıl aldın bu bârı sırtına sen?
— Sen almasan acaba kim gelip de senden iyi,
İdâre eyleyecek düştüğün bu ma’rekeyi?
Evet, adâleti «mutlak» hayâl edersen eğer,
Ömer değil ya ne olsan bırak ki hepsi heder!
Beşer adâleti «mutlak» tahayyül eylerse,
Görür ümîdini mahkûm her zaman ye’se.
Sen ey Ömer, ne meleksin, ne bir emîr-i zalûm…
Fakat elinde ne var? Fıtraten beşer mazlûm!
Görür bürûc-i semânın bütün sitâreleri,
Zalâm içinde, yük altında inleyen Ömer’i!
Huzûr-i Hakk’a çıkarken bu unlu cebhenle,
Değil zemîni, getir şâhid âsümânı bile!
— Uzak mı yol? Daha çok var mı?
— Ancak üç beş adım.
Mecâli kalmamış artık zavallının… Baktım:
Olanca azmini cebr eyleyip, nefes nefese;
Yavaş yavaş yürüyor. Geldi bin belâ ne ise!
Sokuldu haymeye, indirdi arkasından unu:
— Bırak da testiyi yerleştirin kenâra şunu.
Hemen çakılları çömlekten indirip attı;
Uzandı testiye, yağ koydu, sonra un kattı.
Oturmak istedi, lâkin belâya bak ki: Ocak,
Hemen sönüp gidecek…
— Teyze, yok mu hiç yakacak?
Kadın getirdi beş on parça yaş diken Ömer’e;
Ömer de yakmak için büsbütün serildi yere.
Ocak tüter, Ömer üfler zefîr-i hârıyle;
Zemîni lihye-i beyzâ-yı târumârıyle,
Sücûd tavr-ı huşû’unda, muttasıl süpürür;
İçinde rûhu yanar, cebhesinde ter köpürür!
Döner muhît-i nigâhında tûde tûde duman;
Bulut geçer gibi necmin hıyât-ı nûrundan!
Ocak tutuştu, yemek pişti;
— Var mı teyze kabın?
Getir de indirelim…
— Var büyükçe bir kap alın.
Yemek sıcaktı, fakat kim durup da bekleyecek!
Ömer, çocuklara bir bir yedirdi üfleyerek.
Kesildi haymede mâtem, uyandı rûh-i sürûr;
Çocuklar oynaşıyorlar, kadın ferîh ü fahûr.
Ömer bu âlemi gördükçe gaşy içindeydi…
Dedim:
— Sabâh oluyor kalkalım…
— Evet, haydi!
Yarın Emâret’e gel teyze, öğleyin beni bul;
Emîr’e söyleriz, elbette hayr olur me’mûl.
* * *
Yüzü gülmüştü teyzenin, baktık,
Biz de çıktık vedâ edip artık.
Hiç görünmeksizin gelip geçene,
Doğru indik Halîfe’nin evine.
«Şimdi nerdeyse gün doğar, kalıver»
Diye, koyvermiyordu, çünkü, Ömer.
Etti az sonra subh-i velveledâr
Uyuyan şehri kâmilen bîdâr.
Öğle geçmişti, çıktı geldi kadın.
— Gâlibâ teyze uykusuz kaldın!
İşte bağlanmak üzredir nafakan,
Alacaksın her ay gelip buradan.
Şimdi afveyledin, değil mi beni?
— Böyle göster fakat adâletini.
Berlin Hâtıraları
Binbaşı Ömer Lûtfi Bey kardeşimize
«Biraz da kahveye çıksak…» demişti arkadaşım.
O doğru söylemiş amma ben eğri anlamışım:
Mahalle kahvesi nerden de geçti zihnimden?
Bakılsa geçmemeliymiş… Bilir miyim onu ben?
Mahalle kahvesi… Berlin… Münâsebet mi dedin!
Fakat ricâ ederim, dinleyin, inâyet edin:
Fakîriniz en açık bir söz olsa, mecbûrum,
Kafamda bulduğum eşyâyı aktarır dururum.
Onun bir örneği geçmişse âkıbet elime,
Derim ki: «Ha! Bu demekmiş o duyduğum kelime.»
Otel denildi mi bilfarz, o mu’teber kàmûs
Ne söylüyor bakarım bir: Evet, lügat me’nûs;
Kütükte mahlâsı han, sinni lâ-akal yetmiş!
Zavallı âhir-i ömründe irtidâd etmiş;
Şu var ki mi’desi ilhâdı etmemiş temsîl;
Ne müslüman, ne frenk, öyle bir vücûd-i sefîl.
Yıkanma yok, tuvalet yok! Yazın belinde çamur;
Eteklerinden inerken kabuk tutar yağmur!
Değil mi uçkuru sarkan bunakların bir eşi?
Bakındı cumbaya: Bîzâr eder durur güneşi,
O nemli yorganı sallandırıp da pencereden!
Yatak takımları şâyân-ı merhamet cidden:
Kadîfe hâline geçmiş patiskadan yastık…
Ne istihâle geçirmiş hesâb edin artık!
Benek benek yayılıp kehle intıbâ’âtı,
Benekli basmaya dönmüş o çarşafın suratı!
Kırık sürâhide bekler yosunlu bir mâyi’,
Ki derd-i cû’a gelir üç yemek kadar nâfi’.
Bir ekmeğin yeri dolmazmış olmadan iki su;
Bunun beş ekmek olur belki bir kadeh dolusu.
Şimendüfer deyiniz… Buldum işte örneğini:
Üşenmeden çevirip nâzenin tekerleğini,
-Yakınsa bindiğiniz noktadan eğer kasaba-
Kader müsâ’ade ettikçe işleyen araba.
Samatya lordu müfettiş; Tatavla kontu müdir,
Zavallı milletin efrâdı orta yerde esir!
«Bilet mahalli» midir ismi pek de bilmiyorum,
Basık tavanlı, rutûbetli, isli bir bodurum,
Ayakta esneyen âvâre yolcularla dolu.
Biletçi nerde mi? Kumpanya’nın o nazlı kulu
Verâ-yi perdeden etmez ki halka doğru nigâh…
Ne var telâş edecek? Beklesin ibâdullâh!
Açıldı perde nihâyet şu var ki cendereye
Kısılmak istemiyorsan sokulma pencereye!
İtiş kakış olağan şey, dövüş sövüş de caba!
— Biletçi, mösyö, tren kaçta kalkacak acaba?
— Ayağmı ezdin adam… Patlıyor musun ne zorun?
— Vurursam ağzına? …
— Yâhu! Gürültünüz ne? Durun!
— Yavaş be! — Çüş be! Gözün kör mü?
— Pardon!
— İllâllah!
Nasıl ki çıktı şu «pardon» eşeklik oldu mubah!
— Ne lâftır ettiği Allahça söyleyin yakışır?
— Uzatma! — Tut ki uzattım? ..
— Herif de amma hışır!
— Suç öldürende değildir ki derseler…
— Hele bak! — Nedir ki bir de ki baktım?
— Susun belâ çıkacak!
— Ufaklık olmalı!
— Yok, mösyö!
— Yoksa git! Bozdur!
— Dikilme nâfile, sinyör ne derse kànundur!
— Tren kaçar a kuzum…
— Haydi! Dinlemez ben lâf!
— Tren kaçar diyorum, dinlemem diyor: Ne tuhaf!
— Kızarsa ağzı bozuktur fenâ bi şey söyler;
Bozarlar onluğu verdin mi. Koş da bozduruver!
Tütüncü «on para az! » der… Musîbetin büyüğü:
Herif simitçi ararken tren çalar düdüğü! ..
Sokak deyin meselâ… Şimdi baktığım lügate
Mürâca’at yine lâzım mı? Lâzım elbette.
Evet, o bir helezondur ki kutru altı karış;
Ya tûlü? Bilmiyorum, her ne söylesem yanlış.
Muvaffak olmanın imkânı yok ki tahmîne:
Biraz gidip dalıyor haydi evlerin birine!
Zamâne şi’rine benzer zemîn-i tertîbi:
Zalâm içinde mebâdîsi müntehâsı gibi.
Peki! Ne yapmalı çarpılmak istemezsen eğer?
Tekin değil mi nedir, pek acâibimsi bu yer?
Dilinde Besmele olsun, elinde Sûre-i Nûr,
Kesende sâde mühür… Kimse çarpamaz… Destûr!
Birinci hatve selâmet… İkinci hatve tamam…
Üçüncü hatveyi lâkin düşünmeden atamam…
Ne var mı? Ağzını açmış ki bir yaman uçurum,
Dalarsa «cub! » diye insan, çıkar mı bilmiyorum!
Uzak dolaş! İyi, lâkin, alındı bir tümsek,
Ne atlayanda kalır diz, ne tırmananda bilek!
Kenarca gitmeli öyleyse… İhtimâli mi var?
Sağında: Ağrısı tutmuş, çıkık karınlı duvar,
Solunda: Lâstiğe sâhip çıkan sakızlı çamur!
Durundu çâreyi buldum… Evet, olur mu olur:
Şu künbedin üzerinden beş altı taş sökerim,
Bataksa al, bu da batmaz, deyip deyip ekerim.
Demek; Hazîne-i Evkàf’a bir metin köprü
Binâsı terkedeceksin… Uzatma, haydi yürü!
Vasiyyetim size: Ey zıplayıp geçen ahlâf,
Sakın şu künbed-i feyyâzı etmeyin isrâf,
Günün birinde bataklık aşarsa köprümden,
Emîn olun size lâzımdır öyle bir ma’den.
Otel meğer o değilmiş, şimendüfer de kezâ…
Sokak mı benzeyen az çok? Aman canım, hâşâ!
Meğer oteller olurmuş saray kadar ma’mûr,
Adam girer de yaşarmış içinde mest-i huzûr.
Beş altı yüz odanın her birinde pufla yatak…
Nasîb olursa eğer, hiç düşünme yatmana bak!
Sokakta kar yağadursun, odanda fasl-ı bahâr,
Dışarda leyle-i yeldâ, içerde nısf-ı nehâr!
Hıyât-ı nûrunu temdîd edip her âvîze,
Fezâda nescediyor bir sabâh-ı pâkîze,
Havâyı kızdırarak hissolunmayan bir ocak;
Ilık ılık geziyor, her tarafta aynı sıcak.
Gürül gürül akıyor çeşmeler, temiz mi temiz;
Soğuk da isteseniz var, sıcak da isteseniz.
Gıcır gıcır ötüyor ortalık titizlikten,
Sanırsınız ki zemîninde olmamış gezinen.
Ne kehle var o mübârek döşekte hiç, ne pire;
Kaşınma hissi muattal bu i’tibâra göre! ..
Unuttum ismini… Bir sırnaşık böcek vardı…
Çıkar duvarlara, yastık budur, der atlardı.
Ezince bir koku peydâ olurdu çokça iti…
Bilirsiniz a canım… Neydi? Neydi? Tahtabiti!
O hemşerim, sanırım, çoktan inmemiş buraya,
Bucak bucak aradım, olsa rast gelirdim ya!
Şimendüfer de meğer başka türlü bir şeymiş:
Hemen binip uçuyorsun… Aman bayıldığım iş!
Mesâfe kaydı, mekân kaydı bilmiyor insan;
Dakîkanın boyu: Sâ’at. Ne ihtisâr-ı zaman!
Evet, kucaklıyor eb’âdı berk olup nâgâh,
Harîtanın üzerinden nasıl geçerse nigâh!
Şehirlerin yapışık sanki hepsi birbirine
Tutup da pencereden fırlatılsa bir iğne,
Düşer ya «tık» diye her halde mevkifin damına;
Ya şehrin ismi olan levhanın gelir camına!
Düdük sadâsına hasret kalır işitmezsin…
Bizimki durduğu yerden öter durur, miskin!
Kavurma zenbili yüklenmek i’tiyâdı da yok…
Nedir kâğıttaki, peynir mi? Açma koynuna sok…
Lokanta keyfine âmâde, istedikçe yanaş…
Lisan da istemiyor: Bir işâret et, anlaş.
Yok öyle heybeye dirsek verip ımızganmak;
Yataksa emre müheyyâ içerde… Hem ne yatak!
Uzandığın gibi dünyâdan insilâh ederek;
Dolaş semâları artık düşünde yelyepelek!
Sokak dedikleri neymiş? Fezâ-yı bî-pâyan,
Ki tayyedilmesinin yoktur ihtimâli yayan.
Demek, vesâit-i nakliyye nâmı tahtında,
Havâda, yerde, yerin çok zamanlar altında
Uçup duran o havârık bir ihtiyâc-ı şedîd.
Piyâde harcı mı, hâşâ, bu imtidâd-ı medîd!
Bakın nasıl da mücellâ ki: Ferş-i nevvârı,
Zemîne indiriyor gökyüzünden envârı!
Bu imtidâdı nazar şöyle dursun istî’âb,
Öbür kenâra geçerken düşer kalır bîtâb!
Şu var ki: Düştüğü yerden çamurlanıp kalkmaz…
Çamur bu beldede âdet değil ne kış, ne de yaz.
Geçende haylice kar yağdı Berlin’in içine;
Bıcık bıcık olacakken takır takırdı yine!
Merâk edip soruverdim, «bırakmayız» dediler!
— Bırakmayın, güzel amma yağar durursa eğer?
«Bırakmayız! » sözü aynen tekerrür etmez mi!
Evet, bu sözde nümâyân heriflerin azmi.
Bizim diyâra biraz kar düşünce zor kalkar.
Mahalle halkı nihâyet kalırsa pek muztar,
«Lodos duâsına çıkmak gerek…» denir, çıkılır.
Cenâb-ı Hak da lodos gönderir, fakat bıkılır:
Çamur yığınları peydâ olur ki mühliktir…
«Aman don olsa…» deriz… Şüphe yok, temizliktir,
Donun kırılması varmış, düşünme artık onu:
Yağar, erir, buz olur… Neyse, yaz değil mi sonu?
Kalenderin zifir olmuş su görmedik yakası…
Bakıp da bir titiz insan demiş ki:
— Kahrolası! Nedir o gömleğinin hâli, yok mu bir yıkamak?
— Değil mi kirlenecektir sonunda? Keyfine bak!
— Su kıtlığında değilsin ya… Hey müseyyib adam,
İkinci def’a yıkarsın…
— Fakîriniz yapamam:
Cenâb-ı Hak bizi dünyâya muttasıl gömlek
Sabunlayın, diye göndermemiş bulunsa gerek!
Hikâye bizleri te’yîde en güzel düstûr.
Süpürge sohbeti bitmez ki: Bahs-i dûrâdûr.
Sokak süpürmek için gelmedik ya bizler de!
* * *
— Biraz da kahveye çıksak… demiştiniz, nerde?
— Dolaştırıp sizi bir parça, gâlibâ yordum.
Uzak değil ma’amâfih…
— Yorulmadım, sordum.
— Şu dört yol ağzını tuttuk mu, korkmayın…
— A’lâ!
— Gözüktü işte!
— Aman nerde? Görmedim hâlâ…
— Görürsünüz, hele bir parça yaklaşın yanına…
— Bu, kahve… Öyle mi? Yâhu! Nedir bu? Vay canına!
Bizim «Düyûn-i Umûmiyye»den de heybetli!
Ne var ki, öyle sevimsiz değil bunun şekli.
— Bırak şu heykel-i iflâsı! Yok mu başka misâl?
— Bırakmadık mı? Fakat anlıyor mu istiskàl?
Demiş çocuk: «Baba, artık ateh getirmişsin! »
Hayâsız oğlana bîçâre ihtiyar ne desin:
«O kendi geldi ayol, ben getirmedim yoksa! »
Bu iş de tıpkı o… Kim «gel» demişti menhûsa?
Bırakmak isteyedur, sen, bırakmıyor ki seni…
Nasıl! Ödünç alarak bol tutar mısın keseni?
— Dalıp da milletin âlâm-ı bî-nihâyesine,
Çevirme bahsi, birâder, yılan hikâyesine!
Tenezzüh etmeye çıktık, unutma…
— Doğru, evet!
Bu kahve… Öyle mi? Lâkin hakîkaten hayret!
Fezâ içinde fezâ… Bir harîm-i nûrânûr,
Ki asümân-ı kerîminde bin güneş manzûr!
Ne selsebîl-i ziyâ karşımızda cûşa gelen,
Ziyâ değil, seherin rûhudur taşıp dökülen.
Leyâle karşı o tûfân-ı fecri görmelisin:
Hudâ bilir şaşırırsın, donar kalır hissin!
Neden böbürleneyim, ben de öyle oldumdu;
Ziyânın ölçüsü aklımda, çünkü, bir mumdu.
Bizim hesâb ile milyonlar oynuyor arada…
İdâre kandili mikyâsı pek güdük burada!
Gözüm kamaştı bidâyette, döndü durdu başım;
Rezîl olurdum eğer olmasaydı arkadaşım.
Ne bastığım yeri gördüm, ne gittiğim tarafı;
Nasıl yıkılmayabildim, bu işte en tuhafı!
Tuhaf değil, düşüyorken yetişti iskemle;
Genişçe bir nefes aldım çekip ilişmemle.
Bakınmak istedim etrâfa, anladım pek zor:
Asılmış enseme hâin kafam, kımıldamıyor!
Hayır! İnâdının esbâbı yok değil, varmış;
Ben anlamazmışım amma o çok şey anlarmış:
Meğerse da’vet edermiş bizim fesin ibiği,
O yıldırım gibi enzârı bir siperden iyi!
Karârı bende kılarmış yığınla berk-i nigâh,
Uzak, yakın nereden çaksa… Hem ma’âzallâh,
Zemîne sarkamasaymış… Tutup da püskülümü;
Tepemde kışlayacakmış… Görür müsün ölümü!
Demek ki: Hiç daha fes girmemiş bu memlekete…
Bizimkiler ne giyermiş, külâh mı? Elbette!
Çenemle gömleğimin irtibâtı bir aralık,
Çözülmesiyle, kafam şöyle doğrulup azıcık,
Ne var ne yok diye etrâfı etti istikşâf.
Civârı yoklayadursun bizim alık keşşâf;
İlerde bir masa gördüm, dedim ki arkadaşa:
— Biraz siperde otursak… Geçer miyiz o başa?
— Neden?
— Görülmeyi sevmem de…
— Pek güzel, gidelim…
Benim de vahdete kesretten az değil meylim.
Evet, görünmeyerek halka pek deminki kadar,
Kolaydı şimdiki yerden muhîte medd-i nazar.
Nasıl, ziyâda uçarken, şu var ki, bir yarasa,
Gelen karaltıya dağ taş demez de çarparsa;
Benim sinirli nigâhım da çarpıp irkilecek,
Ne olsa «pat! » diye bir kerre… Hay alık kelebek!
Çoluk, çocuk, kadın, erkek… Hülâsa bulduğuna,
Sataşmadan geri durmaz bakındı mecnûna!
* * *
Önümde yükseliyor bînihâye çıplak alın,
Ki her birinde yazılmış görün de ibret alın,
Cihâna karşı cidâlin meâl-i gâlibini.
O i’timâd ile millet bütün metâlibini,
Bugün değilse, yarın çâre yok halâs edecek.
Mücâhedeyle tevekkül… Ne kahraman meslek!
Boşalmasıyla o esnâda üç beş iskemle,
Oturdu karşıma bir kır sakallı âdemle,
Ridâ-yı mâteme girmiş felâket arkadaşı;
Sevimli bir de küçük kız… Ya beş, ya altı yaşı.
Reîs-i âilenin pek vakùr olan hüznü,
Biraz da reng-i tecellüdle kaplıyor yüzünü.
Kadın da öylece göstermek istiyor temkîn;
Sönük nazarları lâkin bükâ kadar gam-kîn!
Zehirli bir düğüm olmuş dudaklarında keder,
Çözülmüyor, onu ancak çözerse girye çözer!
Solunda erkeğinin ibtisâm-ı cebrîsi,
Sağında yavrusunun inşirâh-ı fıtrîsi,
Önünde nâmütenâhî nazar-rübâ safahât,
Enîn-i rûhunu bir türlü etmiyor iskât.
Görünmüş olmalı bir şey ki, sonradan, gözüne;
Götürdü mendili bîçâre ansızın yüzüne.
— Ne var hicâb edecek bunda ey zavallı kadın!
Değil mi bir anasın sen, ölen de evlâdın?
O haklı girye-i hicrânı habse kalkışmak,
Hudâ bilir ki, hatâdır… Günâha girme, bırak!
Bırak merâret-i rûhun buram buram insin…
Boşanmadan dinecek bir belâ mıdır ye’sin?
Seyirci farzediyorsan muhîti mâtemine;
Yabancı hangi nazardır bükâ-yi mahremine?
Nihâyet arkadaşım var, değil mi, sonra da ben?
Vebâli boynuna olsun, eğer bu zanda isen!
Mesâibin ezelî âşinâsı varsa, biziz:
Cihanda bir günümüz geçmemiş felâketsiz!
Sürûra kalsa da bîgâne müslüman yüreği;
Bilir te’essür-i ma’sûm önünde inlemeyi.
Onunla söyleşilir en acıklı hicranlar,
Ki her figânı açık bir lisan kadar anlar.
O halde anlaşarak paylaşın melâlinizi;
İşitmek istiyorum, çünkü, hasbihâlinizi.
Senin nedir bakalım gizli gizli feryâdın?
Evet; boyunca berâber yetişmiş evlâdın,
Henüz bahâr-ı hayâtında pâymâl olarak,
Fidan vücûdunu yutmuş yabancı bir toprak;
Ki nerde belli değil… Bilmek istesen de muhâl.
Olanca yâdı bugün bir çamurlu, kanlı hayâl!
O yâdı rûhuna gömdün ki bir vazîfendir.
«Unut! » demek açılan kabri görmemektendir.
Hayır, demem… Bilirim pek vefâlıdır o mezâr.
Fakat, düşün, niye etmiş hayâtı istihkàr?
Düşün, neden bu çocuk yaktı gitti annesini?
Evet, yaşatmak için ümmehâtın akdesini,
«Fedâ-yı cân edeceksin! » demiş «vatan» hissi…
Demek: Heder değil oğlun, vatan fedâîsi.
Bilir misin ne kadar anne var bugün, yasta,
Tunus’ta, sonra Cezâyir’de, sonra Kafkas’ta?
Götür de kalbine bir kerre ey kadın elini;
Düşün zavallıların sernüvişt-i erzelini!
Ne ibtilâ! Ne musîbet! Cihan cihân olalı,
Bu ızdırâbı, emînim ki çekmiş olmamalı.
Hesâba katmıyorum şimdilik bizim yakada
Sönen ocakları; lâkin zavallı Afrika’da,
Yüz elli bin kadının tütmüyor bugün bacası.
Ne körpe oğlu denilmiş, ne ihtiyar kocası,
Tutup tutup getirilmiş -Fransız askerine
Siperlik etmek için- saff-ı harbin önlerine.
O ümmehâtı, o zevcâtı bir düşünmelisin:
Kimin hesâbına ölmüş, desin de inlemesin,
Anarken oğlunu, bîçâre, yâhud erkeğini?
«Kimin hesâbına? ..» Bir söz ki: Parçalar beyini!
Bakınca kasdolunan gâyenin şenâ’atine,
Ne olsa çıldırır insan işin fecâ’atine.
Ne milletin şerefiyçin, ne kendi şânın için!
Fedâ-yı cân edeceksin adüvv-i cânın için!
Geber ki sen: Baba yurdun, harîm-i nâmûsun
Yabancı ökçeler altında çiğnenip dursun!
Gebermek istemiyorsun değil mi? Bak ne olur:
Rehin bıraktığın efrâd-ı âilen tutulur,
Birer birer ezilir. Hem nasıl vesâitle:
Yanardı havsalan imkân olaydı tahlîle.
Biraz da geçmeyi ister misin bizim yakaya?
Al işte bir günü mâtemsiz olmayan Asya!
O eski ma’bed-i irfan, o mehd-i İbrâhîm;
O şimdi, boynu bükülmüş zavallı hâk-i yetîm!
Zamân-ı rüşdünü andıkça ağlasın dursun,
İkiz vesâyeti altında İngiliz’le Rus’un.
Sülük benizli vasîler ne emdiler kanını,
Mecâli kalmadı artık çıkardılar canını!
Bütün hazâini Hind’in, o muhteşem yurdun,
Gider de hırsını teskîne üç şakî lordun;
Zavallı yerliyi kıtlık zaman zaman kemirir;
Bu, kan tükürmeye baksın… O, muttasıl semirir!
Hukuk-i millete hâkim denî bir istibdâd.
Hayâtı, rûhu soyulmuş yığın yığın ecsâd
Verir de hepsini kalmazsa hiç mi hiç parası;
Damarlarındaki son damlanın gelir sırası…
Ki saklı durmayacak, ister istemez akacak,
Gidip efendisinin düşmanıyla çarpışarak.
O, can alıp veredursun, bilir misin bu ne der?
«Ölürse hizmet eder, öldürürse hizmet eder! »
Ya çünkü her iki sûret lehinde cânînin.
Şimâle doğru çıkarsan vasiyy-i sânînin,
Neron rezîlini mahcûb eden, şenâ’atini
Görür de zaptedemezsin sâdâ-yı lâ’netini.
Ne dul bıraktı, ne öksüz o hânüman yıkıcı…
Nasıl da keskin ahâlîye karşı kör kılıcı!
Şu’ûn-i câriyeden köy basıp, şehir yakmak…
Sefîlin ordusu kàtil, hükûmetiyse yatak!
Hazarda sulhü tehassürle yâd eden teb’a,
Sürüldü süngüler altında harbe son def’a;
Yıkıldı arkada milyonla bî-günâhın evi.
Yetîm iniltisidir şimdi inleten cevvi!
Değil mi bir anasın sen? Değil mi Almansın?
O halde fikr ile vicdâna sâhib insansın.
O halde «Asyalıdır, ırkı başkadır…» diyerek,
Benât-ı cinsin olan ümmehâtı incitecek
Yabancı tavrı yakışmaz senin fazîletine…
Gel iştirâk ediver şunların felâketine.
Ya «Paylaşıldı mı artar durur sürûr-i beşer;
Kederse, aksine: Ortakla eksilir» derler.
Bilir misin ki senin Şark’a meyleden nazarın,
Birinci def’a doğan fecridir zavallıların?
Hudâ’yı bir tanımak töhmetiyle suçlu olan,
Şu hânümânı yıkık üç yüz elli milyon can,
Nedense, mevte olurken biner biner mahkûm,
Çıkıp da etmedi bir ses bu hükme karşı hücûm!
Nedense, duymadı Garb’ın o hisli vicdânı,
Hurûşu sîne-i a’sârı inleten bu kanı!
Nedense, Arş’a kadar yükselen enîn-i beşer
Sizin semâlara akseyledikçe oldu heder!
Nedense, vahdet-i İslâm’ı târumâr edeli,
Büyük tanıldı, mukaddes bilindi zulmün eli!
Zemîn-i Şark’ı mezâlim kasıp kavurdukça;
O kıpkızıl yüzü hâkin fezâya vurdukça;
Gurûb seyreden âvâre bir temâşâ-ger
Kadar da olmadı dünyâ nasîbedâr-ı keder!
Keder de söz mü ya? Alkışlıyordu cellâdı,
Utanmadan koca Yirminci Asr’ın evlâdı!
Evet, şenâ’ate el çırpıyordular hepsi…
Senin elinde yok ancak bu alkışın levsi.
O nâsiyen -ki pürüz bilmeyen bir âyîne
Berâ’atiyle, bütün kavminin berâ’atine,
Şehâdet etmededir- Şark’a doğru dönmeli ki:
Sizin de Garb’ınızın hâtırât-ı nâ-pâki,
Biraz silinsin onun hiç değilse yâdından.
Hanım, muhîtinizin alçak i’tiyâdından,
-Ki zor görünce yılışmak, zebûnu ezmekti-
Benât-ı cinsini bilsen neler neler çekti!
Onun netîce-i îkàzıdır ki: «Avrupalı»
Denince rûhu sağır, kalbi his için kapalı,
Müebbeden bize düşman bir ümmet anlardık.
Hayır, bu an’anenin hakkı yok, deyip artık,
Benât-ı cinsine göstermek isterim seni ben…
Yabancı durma ki pek âşinâsınız kalben.
O annecikler için duyduğun hurâfeyi at!
Düşünme dest-i musâfâtı Şark’a doğru uzat.
Ne hisli vâlidelerdir bizim kadınlarımız!
Yazık ki anlatacak yok da yanlış anladınız.
Yazık ki onları tasvîr eder birer umacı,
Beş on romancı, sıkılmaz beş on da maksadcı.
Nedir bu anlaşamazlık? Gelin de anlaşınız;
Lisân-ı müşterek olmaz mı kendi göz yaşınız?
Nasîb-i zârına düşmez bu işde fazla keder;
Öbür taraf seni hattâ kederlerinden eder.
İnanmıyor musun? Öyleyse bir hesâb ediniz:
Siz elli yıl oluyor, belki, harbe girmediniz.
Geçen muhârebeden şanlı bir celâdetle
Çıkınca verdiniz evlâd-ı memleket elele;
Çalıştınız gece gündüz, didindiniz o kadar,
Ki hâyuhûy-i tekâmülle cenge döndü hazar!
Sükûn-i mutlak olan sulha verdiniz hareket;
Zamânı, tayy-i vakàyi’de, geçtiniz, hayret!
Bu seyri alması kàbil mi dîger akvâmın?
Koşarsalar da giderler izinden eyyâmın.
Nüfusunuz iki kat arttı, ilminiz on kat;
Uçurdunuz yürüyen fenne taktınız da kanat.
Zemîni satvetiniz tuttu, cevvi san’atiniz;
Yarın müsahharınızdır, bugün değilse, deniz.
Terakkiyâtınız artık yetişti bir yere ki:
Ma’ârif oldu umûmun gıdâ-yı müştereki.
Havâssınız yazıyorken avâmınız okudu,
Yazanların da okutmaktı, çünkü, maksûdu.
Unutmuyordu beyinler süzerken âfâkı,
Nasîb-i nûrunu topraktan isteyen halkı.
Semâya çıkmak için yüksek olmalıydı zemin…
Bu i’tilâyı siz evvelce ettiniz te’min.
Belirdi yurdunuzun sînesinde şâhikalar.
Evet, bu şâhikalar, belki, başkasında da var;
Fakat, sizinkilerin arkasında yok yer yer,
Derin derin uçurumlar, cehennemî dereler.
Neden mi? Kendi değil sivrilip çıkan yalınız,
Zeminle bir gidiyor dâimâ şevâhikınız.
«Beyin»le «kalb»i hem-âheng edip de işleteli,
Atıldı vahdet-i milliyye sakfının temeli.
O vahdet işte bütün ihtişâmınızdaki sır,
Cihâna ra’şe veren ses onun sadâlarıdır.
Teşettüt eyleyerek gâyeniz, bizimki gibi,
Tehallül etmeye koyvermiyor bu terkîbi.
Düşüncelerdeki mebde’ bir olmasın varsın…
Değil mi gâyesi bir hepsinin, ne korkarsın?
Bakılsa dâirenin nısf-ı kutru nâ-ma’dûd;
Fakat umûmuna bir nokta müntehâ-yı hudûd.
Ne ittihâd-ı muazzam ki: Bunca milyonlar
İçinden en sıkı nisbetle binde altı çıkar
O gâyeden bilerek inhirâf eden hisler,
Ziyâde olsa da hattâ, telâşa yoktur yer.
Bizim düşünceler amma sizinkinin aksi!
Demin berâber iken şimdi ayrılır hepsi!
Bu i’tibâr ile baktıkça: Aynı merkezden,
Çıkıp da nâ-mütenahî muhîte doğru giden
Kümeyle hatlara benzer ki muttasıl açılır…
Bizim de işte budur inhilâlimizdeki sır.
O râbıtayla giderken sizin teâlîniz;
Bu tefrikayla perîşan bizim ahâlîmiz.
Sizin işittiğiniz bir terâne, bir perde;
Beşikte, sonra eşiklerde, sonra mektepte.
Hülâsa her çatının altı aynı sesle dolu.
Bütün şu’ûnu bir âhenge rapteden bu yolu
Tutunca, gitgide mekteple, kışla, fabrika, fen
Seçilmez oldu, hakîkat harîm-i âileden.
Bu ittihâdı tabî’î yaşatmak isterdi…
Asıl kemâlini millet o işde gösterdi:
Düşündü hangi semâdan hayâtın indiğini;
Düşündü rûh-i umûmîyi emziren dîni.
Sonunda gördü ki: Ümmette müşterek vicdan
Tehassüsâtını almakta aynı menba’dan;
Kurursa bir gün o menba’ ne his kalır, ne hayât;
Bekà-yı dîn ile kàim hayât-ı cem’iyyât;
Mukaddesâtını tesbîte uğraşıp durdu…
Mücerredât-ı kesîfeyle bir cihan kurdu.
Alınca şekl-i teayyün vatan heyûlâsı,
Budur revâbıt-ı milliyyenin en a’lâsı,
Deyip sarılmada aslâ tereddüd etmediniz.
Nasılsa mektebiniz tıpkı öyle ma’bediniz.
Ne çan sadâsı boğar san’atin terânesini,
Ne susturur medeniyyet bu âhiret sesini.
Muhîtiniz ne acâib muhît-i velveledâr:
Ki her gürültüsü bir başka intibâha medâr!
Sanâyi’in ne var âfâkı tutsa demdemesi?
Bedâyi’in de münevvim değil ki zemzemesi.
Ne mûsıkînize girmiş uyuşturur nağamât;
Ne şi’rinizden olur târumâr fikr-i hayât.
Onun lisân-ı semâvîsi rûha söylerse;
Bununki rûh-i me’âlîyi nefheder hisse.
Gelip de görmeli san’atte gâye var mı imiş?
«Hayır» denir mi ki: Her gâyenizde en müdhiş,
En ince san’atin esrârı yükselip duruyor?
Sizinki yüksele dursun biraz da gel bizi sor!
Beşikte her birimiz bir terânedir işitir,
Ki bestekârı tabîat değil de an’anedir.
Evet, bu an’anenin tellerinde mâzîmiz
Terennüm etse o parlak sesiyle râzîyiz.
Fakat mefâhir-i ecdâdı nakleden «ana» tel,
Bakılmayıp da asırlarca kalmadan mühmel,
Ya büsbütün sağır olmuş, ya öyle paslanmış:
Ki hangi perdeye vursan, çıkan sadâ yanlış.
Bu tel ki «Yıldırım»ın dâsitân-ı satvetini
Başında besteleyip, ceddimin sabâvetini
Zafer havâsına doymaksızın uyutmazdı;
Bugün uyuşturuyor «ninni»lerle ahfâdı!
Eşikten atlamak isterseler hayâta yarın,
Beşikte duyduğu sesler gelir, bu yavruların
Dokur ufukları üstünde bir serâb-ı kesîf,
Ki yırtarak çıkabilmek ümîdi hayli zaîf!
Geçer şebâbımızın en güzîde eyyâmı
Hayâtı anlayarak atmadan bu evhâmı!
Hayatı anlamıyor… Çünkü görmüyor, okuyor;
Zavallı kırkına gelmiş de ağzı süt kokuyor!
Okutma: Bitti; okut: Serserî-i şi’r ü hayâl!
Okutmasan da, okutsan da aynı istikbâl!
Hesâb edilse: Cehâlet kadar çıkar mühlik,
Ma’ârif oldu mu bir yerde sâde müstehlik.
Ulûm-i hâzıradan beklenen menâfi’idir.
Demek, birincisi ilmin: Hayâta nâfi’idir.
O halde bizdekiler sadra hiç değil şâfî.
Fünûn-i müsbeteden istifâdemiz menfî;
Ne kaldı, bir edebiyyâtımız mı? Vâ-esefâ!
Bırak ki ettiği yoktur bir ihtiyâca vefâ;
Ya rûh-i milleti afsunluyor, uyuşturuyor;
Ya sînelerdeki hislerle çarpışıp duruyor!
Şarâb kokmada eslâfın en temiz gazeli…
Beş altı yüz sene «sâkî» hevâ-yı mübtezeli,
Sinir bırakmadı Osmanlılar’da gevşemedik!
Muhîtin üstüne meyhâneler kusan bu gedik,
Kapanmak üzre iken başka rahneler çıktı;
Ayakta kalması lâzım ne varsa hep yıktı.
«Değil mi bir tükürük alna çarpacak te’dîb,
Ne hükmü var? » diye üç beş hayâ züğürdü edîb,
Bitirmek istedi ahlâkı, ârı, nâmûsu;
Çıkardı ortaya, gezdirdi, saksılar dolusu,
Hevâ-yı fuhşu kudurtan zehirli «Zanbak»lar!
…………………………………………………………………..
…………………………………………………………………..
«Okur yazar» denilen eski baş belâsından,
Olunca ümmet-i merhûme büsbütün me’yûs;
Muhît-i fikrine çullandı kanlı bir kâbûs.
Çekilse: Arkada mâzî denen leyâl-i azâb;
Atılsa: Önde bir âtî ki dalga dalga serâb!
Ne gökte yıldıza benzer ufak bir aydınlık;
Ne yerde göz kadar olsun ışıldayan bir ışık,
Adem bulutları döktükçe gölge tûfânı,
Kefenli gezmede mevtin hayâl-i üryânı!
Bağırmak istedi, lâkin duyulmuyordu sesi.
Bunaldı… Çünkü tıkanmıştı büsbütün nefesi.
Nihâyet oldu bu rü’yâdan öyle bir bîdâr:
Ki hepsi gitmiş elinden, ne yâr var, ne diyâr!
Çatırdamakta bütün hânümânının temeli;
Alev, saçaklara sarmış… Yerinde yok Rumeli!
Şakî çarıkların altında hurdehâş îmân,
Hudâ’yı titretiyor eyledikçe istîmân!
Domuz çobanları «Balkan»da hânedân-ı vakùr
O hânedânlar, o beyler bütün bütün makhûr.
Reîs-i âileler kâmilen şehîd olmuş;
Kapanmış evlere dullar, yetîmler dolmuş.
Zemîn-i câmidi seyyâl bir alevdir bürüyor:
Bütün sular durarak pıhtı pıhtı kan yürüyor.
Değil ki mahremi olsun yabancı enzârın,
Bu ihtimâli tasavvurdan ürken ebkârın,
Açılmadık yeri yok şimdi, hepsi meydanda;
Ridâ-yı ismeti bir yanda, kendi bir yanda.
Harîminin eşiğinden uzanmamış başlar
-Üzerlerinde muhâfız bölük bölük canavar-
Sürüklenip karakışlarda Varna sâhiline,
Sefînelerle taşınmakta Rusya dâhiline!
Bu, yanmadık yeri kalmışsa, kağşamış yurda,
Meğerse Avrupa kundak sokar dururmuş da,
«Uyan şu uykudan, etrâfı yangın aldı, yetiş! »
Demek lüzûmunu hiçbir beyin düşünmezmiş.
Unutmuşum, bunu olmuştu hisseden gerçek…
Çıkıp da: «Ortada fol yok, yumurta yok» diyerek!
Sizin de varsa da pek kanlı bir hezîmetiniz;
Bizimkiler ona benzer mi; nerde! Nisbetsiz.
Fransız ordusu gâlipti vâkıâ «Yena»da;
Fakat yenilmediniz, bence, siz Napolyon’a da:
Zafer değil de nedir öyle bir perîşanlık,
Ki buldu verdiği gayretle vahdet Almanlık?
«Sedan»da hârikalar gösteren bu vahdettir;
Demek, o kanlı hezîmet de bir sa’âdettir.
Bizim felâketimiz böyle olmuyor aslâ:
Muhîti ye’s ederek her taraftan istîlâ,
Ne intibâha, ne ikdâma vermiyor meydan.
Bunun da hikmeti: Millette bir değil vicdan.
Vatan gülünce, bizim muhterem vatandaşlar
Tahammül etmez olur, ekşi çehreler başlar!
Mesâib etmeye görsün zavallı mülkü zebun;
Asık suratlıların hepsi münbasıt, memnun!
Nasıl bu memleket âtîden olmasın nevmîd?
Ufuklarında sönük bir ziyâ, cılız bir ümîd
Belirmesiyle, bakarsın, deminki baykuşlar,
Meşîmesinde fezânın o nûru boğmuşlar!
Koşarken Avrupa ta’cîle ihtizârımızı;
İçerde bir sürü hâin kazar mezârımızı!
«Gebermek istemeyiz biz! » desek de kim dinler?
Kımıldasan, «Ezeriz, mahvolursunuz! » derler!
Kımıldamaz da durursan, işittiğin nakarat:
«Çalışmayanlar için yok cihanda hakk-ı hayat.»
Sözün hülâsası: Beyhûdedir boğuştuğumuz;
Çalışmasak da, çalışsak da mevte mahkûmuz!
Ne söyleyip duruyor, görmedin mi İngiliz’i:
«Üzülmeyin, yaşamaktan kesin ümîdinizi!
«Hakîkat ortada, ma’nâsı var mı evhâmın?
«Bilirsiniz ki: Mısır, kâinât-ı İslâm’ın
«O sıska gövdesi üstünde âdetâ kafası;
«Diyâr-ı Hind ise, göğsünde kalb-i hassâsı;
«Sizinkiler de, kımıldanmak isteyen koludur.
«Ki boş bırakmaya gelmez, ne olsa korkuludur!
«Biz İngilizler olup hâli önceden müdrik;
«O beyne pençeyi taktık, o göğse yerleştik.
«O halde bir kolu kalmış ki bizce çullanacak,
«Yolundadır işimiz bağladık mı kıskıvrak!
«Hem öyle zorla değil, çünkü «fikr-i kavmiyyet»
«Eder bu gâyeyi teshîle pek büyük hizmet.
«O tohm-i lâ’neti baştan saçıp da orta yere,
«Arap’la Türk’ü ayırdık mı şöyle bir kere,
«Ne çarpınır kolu artık, ne çırpınır kanadı;
«Halîfe’nin de kalır sâde bir sevimli adı!
«Donanmamızla verip, sonra, Şark’ı velveleye,
«Birinci hamlede bayrak diker Çanakkale’ye;
«İkinci hamleye Dârü’l-Hilâfe! der çekeriz! »
İşit de ağla! Fakat biz ne mazhariyyetsiz,
Ne bahtı kapkara milletmişiz ki dünyâda;
Şu beyni kurtaralım der, koşarken imdâda;
Beş altı pençe bir olmuş boğazlamakta bizi!
Silindi gitti Hilâl’in şu anda belki izi,
Zavallı Marmara’nın şerha şerha bağrından!
Bir İngiliz bezidir, belki, şimdi dalgalanan
Bizim Çanakkale âfâk-ı târumârında,
O Dâr-ı Saltanat’ın bâb-ı şerm-sârında!
Sen ey Boğaz ki, uzattın da âhenin kolunu,
Halîfe yurdunu tehdîd eden deniz yolunu,
Cihâna karşı asırlarca bağladın durdun;
Açık değil ya henüz rehgüzâr-ı mesdûdun;
Yerinde kaldı ya kıblem, harîm-i îmânım?
Hudâ rızâsı için söyle, pek perîşânım!
Uzakta olmama rağmen civâr-ı zârından,
Civârım inliyor âvâz-ı ihtizârından!
Şu anda cebheni görmekteyim: Ateş yağıyor;
Bulutların biri binlerce yıldırım sağıyor!
Nigâhı bin bu kadar mil mesâfeden kavuran,
Alevleriyle beraber, o seyle karşı duran,
Karaltılar nedir, asker mi, taş mı, gölge midir?
Hudâ rızâsı için, seçmiyor gözüm, bildir.
Ne taş, ne gölge, ne asker… Serâb, korkuyorum,
Yığınla kül kesilen sırtlarında manzûrum!
Taş olsa, çünkü, erir; gölge olsa parçalanır;
Taşar gelir de bu tûfan, önünde sed mi tanır!
Durun! .. Kımıldanıyor gördüğüm hayâletler…
Bakın: İlerledi… Asker! Hudâ bilir, asker!
Evet, gözüm seçiyor şimdi bir bir efrâdı:
Halîfe ordusunun en muazzam evlâdı,
Ki pâk alınları İslâm için son istihkâm.
Hudâ rızâsı için ey mücâhidîn-i kirâm!
Sebâtı kesmeyiniz, çünkü, sâde sizde ümîd;
Dönerseniz ebediyyen söner gider Tevhîd,
Harîm-i hak yıkılır savletiyle evhâmın.
O elde tuttuğunuz yer hayât-ı İslâm’ın
Yegâne ukdesidir. Yâd ayak basarsa eğer,
Olur me’âlimi dînin bir anda zîr ü zeber!
Ümîdi sizde kalan üç yüz elli milyon can
-Ki hasta göğsünü yıkmakta şimdiden helecan-
Kopup damarları şîrâzesiz kitâba döner;
Kalır sahâifi yerlerde rast gelen çiğner!
Minâreler sökülür sînesinden âfâkın;
Fezâya söylemez artık lisânı Hallâk’ın!
Onüç, onüç buçuk asrın ne varsa kalbinde,
Hayât-ı mâziyemizden, şu ân için, zinde;
Boğar da hepsini bir bir tutup tutup nisyan,
Bütün mefâhirimiz bir serâb olur o zaman!
Göçer hazîre-i târîhe Beyt’i Mevlâ’nın;
Çürür gider ayak altında göğsü Kur’ân’ın!
Bilirsiniz ki, hemen, yüz yüzelli yıldır, biz,
Ne varsa elde verip muttasıl çekilmedeyiz!
Ömer’lerin, Yavuz’un biz vefâsız evlâdı,
Sıyânet eylemedik yâdigâr-ı ecdâdı.
Ne yâr-ı candı o, lâkin biz olmadık ona yâr;
Sonunda parçalanıp yurdumuz, diyar diyar,
Küçüldü öyle ki: Yoktur yaşatmak imkânı,
Dönüp de arkaya nâmûsu, dîni, vicdânı!
Evet, bu hisler için bir mezâr olur ancak,
Kalırsa elde nihâyet beş on karış toprak!
Enîn içinde vatan… Kıymayın şu mazlûma,
Hudâ rızâsı için ric’at etmeyin! ..
— Korkma!
Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz;
Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz!
Düşer mi tek taşı, sandın, harîm-i nâmûsun?
Meğer ki harbe giren son nefer şehîd olsun.
Şu karşımızdaki mahşer kudursa, çıldırsa;
Denizler ordu, bulutlar donanma yağdırsa;
Bu altımızdaki yerden bütün yanardağlar,
Taşıp da kaplasa âfâkı bir kızıl sarsar;
Değil mi cebhemizin sînesinde îman bir;
Sevinme bir, acı bir, gâye aynı, vicdan bir;
Değil mi cenge koşan Çerkes’in, Lâz’ın, Türk’ün,
Arap’la, Kürt ile bâkîdir ittihâdı bugün;
Değil mi sînede birdir vuran yürek… Yılmaz!
Cihan yıkılsa, emîn ol, bu cebhe sarsılmaz!
Nasıl ki yarmadan âfâkı pâre pâre düşer,
Hudâ’yı boğmak için saldıran cünûn-i beşer;
Nasıl ki nûr-i hakîkatle çarpışan evhâm;
Olur şerâre-i gayretle âkıbet güm-nâm,
Şu karşımızdaki mahşer de öyle haşrolacak.
Yakında kurtulacaktır bu cebhe…
— Kurtulacak? ..
Demek yıkılmayacak kıble-gâh-ı âmâlim…
Demek ki ölmüyoruz…
Haydi arkadaş gidelim!
Yaş Altmış!
Şu benden hoşlanan kim? Yoksa, hâşâ, ben mi hoşnûdum?
Hayâtımdan inerken, bir bir, altmış perde karşımda,
Utanmak bilmedim kendimden olsun, esnedim durdum!
O inmiş perdeler tekrâr açılsın, aynıdır te’sîr;
Bu hayvanlıkla artık ben de insandan mı ma’dûdum?
Mezarlık
Bakma kabristânın ancak sâha-i medhûşuna,
Dur da bir müddet kulak ver nâle-i hâmûşuna!
Kalbi hiç benzer mi bak sîmâ-yı heybet-pûşuna?
Kim ki dalmıştır hayâtın seyl-i cûşâ-cûşuna,
Can atar, bir gün gelir, yorgun düşüp âgûşuna!
Ey mezâristan, ne âlemsin, ne yüksek fıtratin!
Sende pinhân en güzîn evlâdı insâniyyetin;
Senden istimdâd eder feryâdı ye’sin, haybetin.
Bir yığın göz nûrusun, yâhud muhammer tıynetin,
Rûh-i pâkinden coşan göz yaşlarından milletin!
Şanlı bir târîhsin: Mâzî-i millet sendedir.
Varsa ibret sendedir, hikmet de elbet sendedir;
Devr-i İstîlâ durur yâdında, devlet sendedir!
Çünkü hürriyyet, hamâset sende, gayret sendedir,
Zindegî zillettir artık, bence izzet sendedir!
Ey ademle varlığın ser-haddi, iklîm-i salâh!
Başlarında sermedî bir sâye, bir müşfik cenâh
Olmasan, bî-vâyeler nerden bulurlar inşirâh?
Zıll-i memdûdunda var âsûde bir reng-i felâh.
Leyl-i dûrâ-dûruna olsun fedâ yüz bin sabâh.
Cevherin, toprak değil, pek başka bir ma’den senin.
Âh bilmezler ki üstünden geçerlerken senin,
Bin dimâğın lübbüdür her zerre hâkinden senin.
Öyle feyyâz, ey zemîn-i ma’rifet, mâyen senin:
Sâye-gâhından çıkarken rûh olur her ten senin.
Ey mezâristan, nihan ka’rında yüz binlerce mâh,
Fışkıran hâk-i remîminden bütün nûr-i nigâh!
Nâzeninler yâl ü bâlinden nişandır her kiyâh…
Serviler Mevlâ’ya yükselmiş birer berceste âh,
Hufreler Mevlâ’dan inmiş en emin bir hâb-gâh.
Ey şebistân, ey adem, ey perde perde kibriyâ,
Sendedir ümmîdler: Senden doğar fecr-i bekà.
Her hacer-pâren okur bin şi’r-i lâhûtî-edâ;
Her neşîden rûhu eyler sermediyyet-âşinâ.
Ey semâvî hâk, benden bin selâm olsun sana.
* * *
Sıkınca rûhumu ba’zen metâlibiyle hayât,
Olur yegâne mesîrem mahalle-i emvât.
Muhît-i velvele-dârında zindegânînin,
Ferâğ-ı dâimi yoktur hayât-ı sânînin.
Ne levs-i hırs ü mezellet zemîn-i pâkinde,
Ne hây ü hûy-i maîşet harîm-i hâkinde,
Bu kâinât-ı huzûrun fezâ-yı sâmitini
Görünce, ömr-i perîşânımın merâretini,
Velev bir ân için olsun atıp hayâlimden,
Uzaklaşır giderim mâsivâya artık ben.
Şu mâsivâ denilen kayd-ı ukde ber-ukde,
Kırılmadan olamaz rûh bir dem âsûde.
Fakat kırılmak için böyle bir zemîn ister…
Zemîn değil yalınız, kalb-i âhenîn ister!
Geçen sabâh idi Eyyûb’a doğru çıkmıştım.
Aşıp da sûrunu şehrin atınca birkaç adım,
Ufuk değişti, önümden çekildi eski cihan;
Göründü karşıda füshat-serâ-yı kabristan.
Fakat o bir koca deryâ-yı sermediyyet idi,
Ki her hazîre-i sengîni mevc-i müncemidi!
Kenarda durmayarak girdim en derin yerine,
Oturdum arkamı verdim de taşların birine.
Ridâ-yı samte bürünmüş bütün yesâr ü yemîn,
Huzûr içinde ağaçlar, sükûn içinde zemîn.
Bütün o yükselen emvâc, o bî-nihâye deniz,
Derin bir uykuya dalmıştı, her taraf sessiz.
Yavaş yavaş açılıp perde-i likà-yı muhit;
Harîm-i rûhumu doldurdu kibriyâ-yı muhit.
Fakat bu beste-i lâhût nerden aksediyor,
Ki «Ellezî halâka’l-mevte ve’l-hayâte…» diyor? (1)
Nedir samîm-i sükûnette böyle bir feryâd?
Neşîde Hâlik’ın, ammâ kim eyliyor inşâd?
Zaman zamân ederek yükselen terâne hurûş,
Enîne başladı nâgâh kâinât-ı hamûş!
O serviler müteheyyic cemâ’at-i kübrâ
Kesildi… Her birisinden duyuldu aynı sadâ.
Mekàbir inledi, taşlar birer lisân oldu;
Kitâbeler de o taşlarla hem-zebân oldu.
Görünce zinde bütün mahşer-i heyûlâyı,
Mezâra rûh veren nefh-i pâk-i Mevlâ’yı,
Hayâle daldım; o füshat-serâ-yı dûrâ-dûr
Göründü dîde-i medhûşa bir cihân-ı nüşûr!
Kefen be-dûş-i bekà bî-nihâye ecsâdın,
O, dehri hîçe sayan, kârvân-ı ecdâdın
Akın akın geçerek pîşgâh-ı izzette,
-Muhît-i havf ü recâdan makàm-ı hayrette-
Kıyâm-ı aczini seyreyledim… Ne dehşetmiş
Sücûd-i hilkati görmek huzûr-i kudrette!
Bu herc ü merc-i kıyâmet-nümûna hâkim olan
Hatîb-i âlem-i ulvî nihâyet oldu iyan:
Gözüm, uzaktaki bir medfenin ayak ucuna
Çöküp ziyâret eden, bir çocukla bir kadına
İlişti. Sonra biraz yaklaşınca, iyden iyi
Tezâhür eyledi: Baktım, çocuk «Tebâreke»yi (2)
Kemâl-i vecd ile ezber tilâvet eylemede;
Yanında annesi gözyaşlarıyle dinlemede.
Zemîne ra’şe verirken neşâid-i melekût,
Ne manzaraydı İlâhî o makber-i mebhût?
Çocuk hayâta, o makber de mevte bir levha.
Tezâd-ı kudreti gör: Bak şu levh-i zî-rûha!
* * *
Biraz geçince o sesler bütün hamûş oldu,
Deminki mahşer-i pür-cûş sâye-pûş oldu.
Çocuk kadınla beraber çekildi âlemine,
Gömüldü gitti mezarlık sükûn-i dâimine.
(1) «O, ölümü ve hayâtı yarattı…» Mülk (67) sûresinin ikinci âyetinin başı.
(2) Kur’an-ı Kerîm’in 67. sûresi olan Mülk sûresi. «Tebâreke» kelimesi ile başladığı için bu isimle anılır.
Mevlid-i Nebî
Meşîmenden doğan ferdâya hayrânım, ne ferdâdır!
Işık nâmıyle vicdanlarda ondan başka bir şey yok;
O bir sönsün, hayât artık müebbed leyl-i yeldâdır.
Perîşan sözlerimden bıkma, hoş gör, yâ Resûlâllah,
Kulun şeydâdır amma, açtığın vâdîde şeydâdır!
Bir Mersiye
(Henüz, on dokuz, yirmi yaşlarında iken bu cihân-ı zulmete vedâ ederek, âlem-i nûrânûr-i dîdâra yükselen yâr-i cânım Hilmi hakkında)
Nihâyet oldu nazardan nihân o nûr-i mübîn,
Peyinde kaldı ufuklarda bir hayâl-i defîn!
Zevâl, o emr-i tabî’î kemâle derpeydir:
Fezâda yükselen encüm olur ufûle karîn;
Fakat bu necm-i emel sanki berk-ı hâtıf idi,
Ki birden etti gurûbuyla ufku leyl-âkîn.
Tenezzül etmedi nâsûta, döndü lâhûta;
Kemîne pâye-i iclâli oldu ılliyyîn.
Hayâli yâd-ı hazînimde, rûhu bâlâ-gerd,
Vücûdu bister-i makberde iğtirâb-güzîn…
Tehallül eyledi, gûyâ o nûr-i yekpâre,
Nigâh-ı bârika-bîn oldu bir de hârika-bîn!
Bir âsümân-ı celâlin muhîti oldukça,
Nazarda Arş ile yeksân olursa çok mu zemîn?
Kitâbe, seng-i mezârında hep kitâb-ı ledün;
Sirâc, fevk-ı serinde ziyâ-yı nûr-i yakîn.
Sütûnu merkadinin Hakk’a yükselen tehlîl;
Revâkı meşhedinin nâzilât-ı arş-ı berîn.
Zemîn-i hâkine ferrâş dest-i nâz-ı nesîm;
Fezâ-yı kabrine sâkî sehâb-ı nesr-âyîn.
Nücûm, türbesinin türbedâr-ı bîdârı;
Bahâr, lâhdine pûşîde sütre-i rengîn.
Açılmadan kuruyan gonce-i izârı için
Seherde nevha-i bülbül terâne-i Yâsîn!
Havâda mevcesidir şehper-i melâikenin,
Eden riyâh değildir bu servilikte enîn.
Leyâl o tayf-i lâtîfin harîm-i ismetidir;
Şafak ki hâtıra-i iğtirâbıdır, ne hazîn!
Bütün mekân, nazarımda o rûha nüzhet-gâh,
Eğerçi yükselerek oldu lâmekânda mekîn.
Ey aslına iltihâk eden nûr,
Sensin bana her tarafta manzûr;
Olsan da zılâl içinde mestûr,
Bir an değilim o lem’adan dûr:
Rûhumda ebed-karâr şu’len.
Mevvâc sabâhatin seherde,
Berk urmada nâsiyen kamerde;
Şeb sahn-ı harem-serâna perde.
Matvî evrâk-ı verd-i terde
Bir şemme kitâb-ı nükhetinden!
Nağmendir eden riyâhı tehzîz,
Senden bu nevâ-yı şûriş-engîz!
Tayfın beni eyliyor seher-hîz…
Ey hâtırasıyla rûh lebrîz,
İndimde bu kâinât hep sen!
Ey lem’a-i şu’le-i İlâhî,
Ey subh-i ebed karârgâhi.
Hiç bulmaya tâbişin tenâhî…
Envârına gelmesin tebâhî…
Bir böyle bekànı isterim ben.
Sönmez yanan ihtimâli yoktur,
Sönmek sözünün meâli yoktur…
Yok, nâre demem zevâli yoktur,
Nûrun fakat öyle hâli yoktur.
Olmaz ona hiç adem nişîmen.
Ey hâtırasıyle kaldığım yâr,
Artık aramızda bir cihan var!
Sen gökte safâ-güzîn-i dîdâr,
Ben yerde azâb içinde bîzâr!
Gûşumda bütün terâne şîven!
Şîven demi nây-i nağme-kârın,
Şîven cereyânı cûybârın,
Şîven sesi bâd-ı bî-karârın,
Şîven bana âh yâdigârın…
Sen gökleri hande-zâr ederken!
Tercümedir 2
Seninle biz iki âvâre-ser idik gûyâ:
Ki tâ ebed kalacak muhtefî nazarlardan,
Meğer ki onları etsin lisân-ı subh ifşâ!
Azim
Sa’dî, o bizim Şark’ımızın rûh-i kemâli,
Bir ders-i hakîkat veriyor, işte meâli:
«Vaktiyle beş on kàfile sahrâya düzüldük;
Gündüz yürüdük hep, gece bir menzile geldik.
Çok geçmedi, baktım bir adam hâsir ü hâib
Koşmakta… Meğer eylemiş evlâdını gâib.
Bîçâre gidip haymelerin hepsine sormuş;
Bir taş bile görmüşse, hemen oğluna yormuş.
Âvâre peder, nerde bulursun onu! Derken…
Gördüm ki ciğer-pâresinin tutmuş elinden,
Lebrîz-i meserret geliyor bizlere doğru,
Taşmış da gözünden akıyor şimdi sürûru!
Yaklaştı şütürbâna nihâyet, dedi yekten:
«Evlâdımı buldum… Nasıl amma? Onu bilsen…
Karşımda ne görsem, o! Dedim geçmedim aslâ.
Aldatsa da tahmînimi binlerce heyûlâ,
Azmimde fütûr eylemedim, ye’si bıraktım…
Mâdâm ki dünyâdadır elbet bulacaktım…
Kumlarda yüzüp, zulmetin a’mâkına daldım;
Hep rûh kesildim… Ne boğuldum, ne bunaldım.
Tevfîk-i İlâhî edip en sonra inâyet,
Gördüm gözümün nûrunu karşımda nihâyet.»
İm’ân ile baksak oluyor işte nümâyan,
Sa’dî bize göstermede bir meslek-i irfan:
Bir gâye-i maksûda şitâb eyleyen âdem,
Tutmuşsa bidâyette eğer azmini muhkem,
Er geç bulacak sa’y ile dil-hâhını elbet.
Zîrâ bu şu’un-zâr-ı tecellîde, hakîkat,
Tevfîk, taharrîye, taharrî ona âşık;
Azmin de emel lâzımıdır, gayr-ı müfârık.
Olsun da emel azm ü taharrîye mukàrin;
Tevfîk zuhûr eylemesin sonra… Ne mümkin!
Ba’zen iki üç haybet olur rehzen-i ümmîd…
İnsan o zaman etmelidir azmini teşdîd.
Ye’sin sonu yoktur, ona bir kerre düşersen
Hüsrâna düşersin, çıkamazsın ebediyyen!
Mahkûm olarak ye’se şu bîçâre peder de,
Evlâdını şâyed o karanlık gecelerde,
Vaz geçmiş olaydı aramaktan, ne bulurdu?
Elbet biri candan, biri cânandan olurdu!
Berlin Hâtıraları’ndanoksan Doksan Sekiz Mısra
Fakat bu, ırzını dellâla vermiş, alçaklar
Muhîti levse henüz bulmayınca âmâde;
«Diyâsetin edebî şekli sökmüyor sâde…
«Bir öyle felsefe lâzım ki: Susturup halkı,
«Birer birer kırıversin kuyûd-i ahlâkı.
«Mukaddesâtını millet bırakmıyor hâlâ;
«Fezâyı köhne bir «Allah»tır etmiş istîlâ!
«O indirilmelidir Arş-ı Kibriyâ’sından,
«Ki biz de kurtulalım şunların riyâsından!
«Ne istesen yapamazsın: Elin kolun bağlı.
«Ta’assubun rolü hâlâ ne müdhiş anlamalı!
«Mahalle halkı evimden, gelir, yabancı koğar…
«Evet, hayât-ı husûsiyyemin de kâhyası var!
«Karım dekolte çıkarmış gelenlerin yanına…
«Peki, nedir dokunan bunda komşunun kanına?
«O penbe göğsü verirken tabîatin keremi,
«Aceb ne fikr ile vermişti, gizlesin diye mi?
«‘Kadın sevilmek içindir’ bu felsefî düstûr
«Teammüm ettiği gün kalmaz ortalıkta fütûr.
«Yegâne âmili, zîrâ, bu günkü meskenetin
«Şudur ki: Sosyete yok bir yerinde memleketin.
«O olmadıkça da insan bu inkılâba güler!
«Çoğaldı, farzediniz, her tarafta sosyeteler…
«Hayât-ı aşka henüz mübtedî giren erkek,
«Muvaffakıyyet ümîdiyle çok şey öğrenecek:
«Komilfo olmayı bir kerre önceden kuracak;
«Zekâsı incelecek, azmi artacak duracak.
«Giyinmek öğrenecek bir zamân olup, belki…
«Giyinmek iş mi dedin! Onda sokreler var ki! …
«Bu incelikleri idrâke yükselince şebâb,
«Zuhûra başlayacak orta yerde istirkàb:
«On onbeş erkeği birden esîr eden kadını
«Dezarme etmeye herkes olanca san’atını,
«Olanca nakdini arzetmek ihtiyâcıyle,
«Aman! deyip koşacak, elde yoksa, tahsîle.
«Nedir o serveti Garb’ın ya bankalar dolusu?
«Tabîatiyle olur: Çünkü işliyor balosu:
«Kadın sefâhate vurdukça erkeğin sa’yi
«Çoğalmıyor mu? .. Bu düstûr-i iktisâdîyi
«Kabûl edeydik eğer biz de böyle kalmazdık.
«Bütün bu şeyleri kaç kerre söyledik, yazdık!
«Fakat kim anlayacak? Borne, gördüğün kafalar,
«Geniş düşünmenin imkânı yok, hemen patlar!
«Birinci sözleri: «Allah», ikinci işleri: «Din»,
«Üçüncü hamlede vicdâna, Hakk’a, Şer’a yemin!
«Devirmedikçe bu evhâmı fikrimiz yaşamaz;
«Ne yapsa, çünkü, muhâtablarıyla anlaşamaz.
«Şu var ki yıkmak için riske etmenin yolu yok:
«Hükûmetin liberal tavrı dâimâ ekivok.
«Muhîti entoleran görmesiyle, mevki’ini
«Halâs için tutacaktır uvertöman dîni.
«Ya hapse kalkacak artık, ya sürmek isteyecek…
«O halde diplomatik bir tarîk alıp yürüsek…
«Rober Kolej’deki dâhî-i san’atin kalemi
«Vurur bu darbeyi isterse… Çünkü haddine mi
«Hükûmetin ona kalkıp da i’tirâz etmek?
«Herifte bandıralar çifte, tek de olsa direk!
«Ya nazlanırsa? Evet, nazlanırsa yalvarırız…
«Niyâza pek yüzü yoktur, hemen kanar, yalınız,
«Dehâların çoğu ‘eksantrik’ denir ya hani,
«Bu personajda da var bir cünun kılıklı mani!
«Nedir mi? Arzedeyim… Gülmeyin fakat: Nâmûs!
«Sakın bu çifte hecâdan çıkan sadâ-yı abûs,
«-Ki boş beyinleri buldukça öttürür çın çın! –
«Sevimli şâiri göstermesin titiz, hırçın.
«Onun sarıldığı âhenk-i lâfzadır, yoksa
«Sığar mı fıtrat-ı âzâdı kayd-i nâmûsa?
«Fransa halkını tasvîri var ya Bismark’ın;
«Bunun da hâli o ta’rîfe benzemez mi bakın:
«‘Görülmemiş bu herifler kadar garîb unsur…
«Liberte nâmına serdet uzunca bir diskur;
«Sonunda hepsini döv, kimse i’tirâz edemez.
«Liberte anladık ammâ bu yaptığın ne? demez! ’
«Bizim edîbe de bir gürledin, deminki sesi,
«Kûşâdedir size artık harîm-i âilesi! ..»
Deyip de Zangoc’a baş vurdular. O mecnun da
Mukaddesâtına halkın, ibâda, Ma’bûd’a
Savurdu pencereden havruz uğratırcasına,
Gelip gelip tıkanan levsi pis karîhasına!
Boşandı yerlere küfrün bir öyle murdârı:
Ki bağlayıp ebediyyet ipiyle a’sârı
Süpürge yapsalar imkânı yok temizleyemez!
Bütün cihânı dolaş: Garb’ı, Şark’ı, her yeri gez…
Görür müsün bakalım böyle bir kuduz ilhâd,
Ki ferşi çiğneyerek Arş’a hırlasın? Heyhât!
Cinâyetin bu şenâ’at kadar mülevvesini
İşitmek istemez insan, değil ki görmesini.
Sizin çocuklarınız dîni belliyor ilkin;
Esâs-ı terbiyeniz mahvı âdetâ şirkin.
Bizim çocuklar için, şimdi, ilmihâl oldu,
Gömüp de hufre-i mâzîye Hayy-i Ma’bûd’u,
Ne var ne yoksa mukaddes, onunla bitti demek!
Şebâbâ hak veririm… Çünkü üç beyinsiz inek
Yazıp dağıttı o mel’un berât-ı isyânı;
Sabîlerin yüreğinden kopardı îmânı!
Okuttu sonra da «San’at mukayyed olmayacak»
Deyip hayâdan, edebden bütün bütün «mutlak»
Paçavralar ki nigâh ürperir temâsından!
Kişi Hissettiği Nisbette Yaşar
Şair Eşref
Asırlardır ki «insâniyyet»in olmuş da mahkûmu,
Asırlar var ki, İslâm’ın hederdir hûn-i mazlûmu…
«Ne gördün, Şark’ı hep gezdin? » deyip sor. Gördüğüm: Yer yer
Yıkılmış hânümanlar; devrilip gitmiş hükûmetler;
Serâb olmuş kanallar; dümdüz olmuş bürc ü bârûlar;
Dökülmüş âbrûlar; habsedilmiş zinde bâzûlar;
Bükülmüş beller; incelmiş boyunlar; coşmayan kanlar;
Düşünmez başlar; aldırmaz yürekler; paslı vicdanlar;
Kasap görmüş koyundan beş beter yılgın cemâ’atler;
Tezellüller, tazarru’lar, esâretler, şenâ’atler;
Örümcek bağlamış tütmez ocaklar; yanmış ormanlar;
Ekinsiz tarlalar; ot basmış evler; küflü harmanlar;
Cemâ’atsiz imamlar; kirli yüzler; secdesiz başlar;
«Gazâ» nâmıyla dindaş öldüren bîçâre dindaşlar;
Ipıssız âşiyanlar; kimsesiz köyler; çökük damlar;
Mesâîsiz sabahlar; fikr-i ferdâ bilmez akşamlar! …..
Geçerken ağladım geçtim, dururken ağladım durdum;
Bütün bunlardı, zîrâ, gezdiğim âlemde meşhûdum.
Mezâristan kesilmiş rehgüzârım hüzn-i dûrâdûr…
Ne topraktan güler bir yüz, ne göklerden güler bir nûr!
Zeminden yükselir feryâdı yüz binlerce âlâmın;
Ufuklar kıpkızıl bir halkadır boynunda İslâm’ın!
Göğüsler hırlayıp durmakta, zincirler daralmakta;
Bunalmış kalmış üçyüz elli milyon cansa gırtlakta!
«Ne yapsam, neyle kurtarsam şu yatmış inleyen halkı? »
Deyip, ezberde olsun, gezdiğin vâki’ midir Şark’ı?
Benim beynim sağır, yâhud gözüm körmüş… Peki. Lâkin,
Senin görgün yolundaymış da keskinmiş de idrâkin,
Ne gördün, söyle evlâdım, ne duydun, lûtfen îzâh et?
Hayır, hâcet de yok îzâha, pek meydanda mâhiyyet!
O mâhiyyet fakat iğrenç, o mâhiyyet fakat çirkin!
«Niçin? » dersen, sıkılmak hiss-i insânîsi yok ilkin!
Evet, beynim sağırdır… Kâinâtım, çünkü, hep feryâd…
İşitmem başka bir ses milletim eylerken istimdâd.
Gözüm görmez, evet, zîrâ muhîtim kapkaranlıktır;
Fakat sînemde îmânım müebbed fecr-i sâdıktır.
Kör olmaz ağlayan gözler, sağırlaşmaz tutuşmuş beyn;
Yaşarmaz gözle yanmaz beyni hilkat addeder bir şeyn!
Geçilmez kahkahadan her taraf yangın içindeyken…
Yanan bir sîneden, lâkin, ne istersin? Nedir öfken?
Berâber ağlamazsın, sonra, kör dersin, sağır dersin.
Bu hissizlikten insanlık hem iğrensin, hem ürpersin!
Ne ibret, yok mu, bir bilsen kızarmak bilmeyen çehren?
Bırak tahsîli, evlâdım, sen ilkin bir hayâ öğren!
İkinci Arîza
Ey bâd-i sabâ, ahde vefâ, böyle mi sizde?
Yelkenle koşarken hani, kırlarda, denizde,
Hâtırlamadın Heybeli’den geçmeyi, heyhât! ..
Gûyâ edecektin, hani, takdîm-i tahiyyât,
Hilvanlıların sevgili Abbâs’ına bizden.
Ey bâd-i sabâ, kurtulamazsın, elimizden.
Biz, neyse, fakat, şâirimiz var ki, belâdır;
Söz dinletemezsin, ukalâdır, sukalâdır.
Asrın hani yüz kıble değiştirse şu’ûnu,
Tek ibre bilir, kendisi ancak; o da: Burnu.
Bin söyle onun doğrusudur, vechesi, şaşmaz,
Her hatvede sürçer, yıkılır, sulhe yanaşmaz.
Düşkünse bugün, kimse değil, kendisi bâdî,
Beyninde sekiz bin senedir, köhne mebâdî;
«Er geç» tutacak bunları dünya diye bekler;
Zulmette pinekler gibi âvâre sinekler.
Yâhû, bu tuzaklarla beşer, avlanacak mı?
Yirminci asır akbabalardan da bunak mı?
İdrâke bakın… Sonra ömür altmışa gelmiş;
Aklın yeri başmış, yaş olaymış, ne güzelmiş.
Yetmez gibi vâiz kesilip ettiği kem küm,
İster edebiyyâta kadar, bulsa, tehakküm.
Hülyâ mı dedin, hem de ne dîvânece hülyâ,
Ahlâk ile zincirleyecek san’ati gûyâ! ..
Bir yosma ki çıplak daha mûnis, daha dilber,
Endîşe-i nâmûs ile örtünse, ne derler!
Endîşe-i san’atle eder, hulki tehammül,
Endâmını, rü’yâ gibi örterse de bir tül.
Bir tül ki şafaklarla, seherler gibi şeffâf,
Bir tül ki durulmuş suların kalbi kadar sâf,
Bir tül ki esîrî mi nedir târ ile pûdu,
Örterken açar büsbütün âvâre vücûdu.
Artık bunu ölçüp biçecek terzi, tabî’î
Dört peşli giyen çulha değil, zevk-i bedî’î! ..
Ey zevk-i bedî’îye kıyan şâir-i mecnun! ..
İflâs-ı karîhayla bunaldın mı? Oh olsun.
Kumlarda sürün, inlere gir, dağlara tırman!
Kàbil mi senin bir daha ilhâma kavuşman!
Evrâd oku, efsunlu mürekkebli sular iç,
Bin bekle, bin uğraş… O perî gelmeyecek hiç!
Lâkin gelecek -evlere şenlik- sıra devler,
Bakkal, kasap, eczâcı, hekim, kahveci, berber,
Ev sâhibi, ekmekçi, manav, sebzeci, fulcu,
Silkip dökecek her biri koynundaki borcu.
Sen, dil dökeceksin, edebilsem diye heyhat,
Karşındaki yâranla bir ay sonra mülâkat.
Beyhûde o diller, o nefesler, o emekler,
Yâran seni terk etmeyecek, gitmeyecekler.
Ey san’ate zincir düşünen şâir-i evhâm!
Hasret misin ilhâma, evet, al sana ilhâm:
En seçme zebânîleri karşında cahîmin,
Boy boy gezedursun, kimi kâfir, kimi mü’min.
Döndükçe nazarlar sana şimşek gibi çaksın,
Kurtul görelim, şimdi, nasıl kurtulacaksın!
Feryâdına kimdir koşacak? Kim, kimi dinler,
«Burhan» diye inlerken ufuklarla zeminler.
İhvân-ı safânın kimi medyun, kimi müflis;
Gökkubbenin altında ne tek his, ne de mûnis!
Bir tane Paşa’m var, o da gördün ya, pamuklar
Düşkün diye, gitmiş, Yakacık’larda uyuklar!
Hâmiş:
Ey bâd-i sabâ, öyle değil sen beni dinle:
Son cümleyi yazdınsa, çizip kendi elinle,
Hâmiş de kenar bir yere çek, söyleyeyim yaz:
Elbet Paşa’mın nüsha-i sânîsi bulunmaz.
Tek nüsha çıkarmış, çıkarırken onu hilkat;
Tezhîbi de, tehzîbi de bambaşka hakîkat.
Şîrâzesi din, dîni salâbetle mücehhez;
Servetçe düşer, belki, fakat kendisi düşmez.
Allâh’a dayanmış, onu sağlam bilir ancak;
Bilmez ne demektir pamuk ipliğne dayanmak.
Sa’dî’den Tercüme 2
Aks etti derinden bana şu nâle-i cangâh:
Zinhâr yavaş vur ki bu toprak yığınında
Bilsen ne kadar baş, ne kadar göz yatıyor âh!